Mekan, çok çeşitli gösterenin taşıyıcısı olma özelliğinden dolayı hegemonya mücadelesi için elverişli bir araçtır. Çünkü mekanın sahiplenilmesi ve düzenlenmesi politik işaretlerin görünür ve etkili hale gelmesi pratiğidir aynı zamanda. Şehir planları, sokak adları, meydanlar, ticaret merkezleri, mimari üsluplar ve konut alanlarının nasıl tasarlandıkları, nelere referansla inşa edildikleri, neleri temsil ettikleri; yerleşim yerlerinin, tarımsal alanların ve kamusal alanların hangi kesimlerin kullanımlarına ve ihtiyaçlarına öncelik vermek üzere düzenlendikleri, o dönem için hakim olan paradigmanın göstergesidir. Fakat insan, mekanla ilişkisinde edilgen olmadığı gibi, mekan da basit bir taşıyıcı değildir. İnşa edilen, yıkılan ve çeşitli mücadeleler, müzakerelerle yeniden yapılan, dinamik, etkileşimli bir kategoridir.
Yerin mekana dönüşmesi, büyük ölçüde fiziki coğrafyanın hakimiyetinin beşeri coğrafya çalışmaları tarafından sarsılmasıyla birlikte olmuştur. Beşeri coğrafyanın beşeri ve sosyal bilimler arasında, disiplinlerarası bir çalışma alanı haline gelmesi de modernite ve pozitivist bilim anlayışının eleştirisiyle eş zamanlıdır. Feminist coğrafya çalışmaları, 70’lerde beşeri coğrafyanın açtığı yolda ortaya çıkmış ve mekanın cinsiyetli olduğu savını ortaya atmıştır. Feminist coğrafyacılara göre mekan, cinsiyet kimliğinin kuruluşu ve cinsiyet rollerinin atanmasında bir değişken olarak işlev görür. Mekanın isimlendirilmesi, inşası, kullanım değeri, sembolik anlamları, işlevleri birçok başka değişkenle birlikte cinsiyet değişkeniyle de belirlenir. Mekan, basit bir fiziksel varlık değil, aynı zamanda bir tahayyüldür, bir düzendir. Liberal paradigmanın ortaya attığı kamusal-özel alan ayrımı, mekanın cinsiyetle ilişkisini ele alırken ilk uğrak olarak görülebilir.
Kamusal-özel ayrımı, erkeklerin kanun yapıcı, politik argüman üreten, yöneten, düzenleyen ve bilgiyi-kültürü üreten özneler olarak kamusal alanı sahiplenmeleri; kadınların ise doğurganlıklarının temel unsur olarak nitelendiği “doğaları gereği”, neslin devamından, gündelik hayatın düzeninden sorumlu tutularak özel alana itilmelerini beraberinde getirir. Doğa-kültür, sokak-ev, akıl-duygu ikilikleri, kamusal-özel ayrımından yola çıkarak türetilen ve erkek egemen toplum tasarımında kadının rolünü ve yerini belirleyen ayrımlardır. Kadına biçilen rol, yine bu erkek egemen düzende ikincil ve daha değersiz bir emek türü olarak işaretlenen bakım emeği, hane pratiklerinin yeniden üretimi ve duygusal emeği içerir. Kadınlara iş hayatında yer açmak gerektiğinde bile onlara yakıştırılan, dayatılan iş kolları, bakım emeği ve duygusal emek gerektiren, çalışma saatleri düzenli ve yetişkin erkeklerden en fazla uzak kalacakları alanlardır: öğretmenlik, hemşirelik, hastabakıcılık, sekreterlik vb.
Sürekli tahkim edilen kamusal-özel ayrımı, kurumsal ve sosyal ilişkilerin kurulduğu ortak mekanların kadınlar tarafından kullanımına sınırlar koyar, mekânsal davranış ilkeleri belirler. Bu görünür ve görünmez sınırlar ve ilkeler, bazen yasaların, bazen de gelenek, ahlak ve dinin kurallarıyla güçlendirilerek, fark edilmesi ve aşılması zor hale getirilir. Muhafazakar kültürlerde, sınırlar görünmez olmakla kalmaz, sınır ihlali sosyal dışlanma ve ahlaki sorgulamadan cezai müeyyidelere kadar uzanan bir yaptırımlar silsilesiyle karşılanır. Askeri garnizonlar ve okullar, öğrenci yurtları, ilk ve orta dereceli okullar, yatılı okul yatakhaneleri, çeşitli spor branşlarının antrenman salonları ve kampları gibi mekanlar, hamamlar homososyal mekanlar olarak iki cins için ayrı ayrı düzenlenmiştir. Bunun yanında, cinsiyetlendirilmiş mekanların bir bölümü görünmez sınırlarla ayrılmıştır. Kahvehaneler, meyhaneler, tirübünler kadınlara sosyal olarak men edilmiş mekanlar arasında ilk akla gelenlerdir. Çöküntü bölgesi olarak nitelenen, eril şiddetin hüküm sürdüğü kimi mekanlar da kadınlar için korku ve tedirginlik yaratan yerlerdir. Bu bölgelerin şiddet kaynağı, yasadışı faaliyetlerin odağı haline gelmesi eril failin sebep olduğu bir olumsuzluk iken, kadınları korumak adına onları buralardan uzak tutmak da kural koyucu ve himayeci rolleriyle yine erkeklerin üstlendikleri bir görev olarak kabullenilir. Çocukluktan başlayarak sokakların tehlikeli, baştan çıkarıcı, avareliğe sevk eden mekanlar olduğu telkin edilerek büyütülür kadınlar.
Evlat, anne, eş olarak birçok rolü birarada oynamaları gerektiği halde kadınların mekânsal dolaşımlarının da hedef odaklı ve belli bir zaman bütçesine uygun olması beklenir. Kadınların büyük kısmı iş yerlerine gitmek, kamu kurumlarındaki işlerini halletmek, çocuğu okula, hastaneye götürmek, alışveriş yapmak, fatura ödemek gibi işler için meşru ve güvenli bir biçimde ve belli saat aralıklarında kamusal alana çıkmak zorunda kalırlar. Avarelik etmek, bisiklet kullanmak gibi özgürleştirici pratikler göze batar, hatta tehdit yaratır kadınlar için. Mekanı keşfedebilecek zaman bütçesine ve serbestiye sahip olmak ise özgürleştirici, sahiplenici ve dönüştürücü bir eylemdir. Kadın hareketinin “sokak özgürleştirir” ve “geceleri de sokakları da istiyoruz” sloganları, kadının hane içi işbölümünde maruz kaldığı hak ihlallerini, şiddeti, ayrımcılığı ortadan kaldırmanın yolunun evden çıkmak olduğu üzerine kuruludur. Her muhalif ve hak temelli hareket gibi, kadın hareketi de özgürleşmek için sokağa yönelmiştir. Ancak kadın hareketinin sokakla ilişkisi, sadece taleplerini dile getirmekle sınırlı değildir. Sokağa çıkabilme özgürlüğünü de istemektedirler.
“Sokak özgürleştirir” sloganına zamanla yine kadın hareketinden bir eleştiri getirilecektir: evden çıkmak her zaman özgürleştirmez. İş yerinde emek sömürüsü, sokakta şiddet, gündelik hayatta yoksulluk, kamusal alanda eşitsiz temsil, etnik, sınıfsal, dini ayrımcılık da hesaba katılmalıdır. Çoklu ayrımcılığa dikkat çeken bu eleştiri yanında, özgürlüğün adresi olarak sokağı göstermenin eril zihniyetin ürünü olan kamusal-özel ikiliğini beslediğini, evi, ev işini ve bakım emeğini ikincilleştirip değersizleştirdiğini düşünen başka bir grup feminist de, eve ve ev işine iade-i itibar talep eder. LGBTİ hareketi güç kazandıkça kadınların taleplerine, mekanda kendilerine inşa ettikleri “saklı coğrafyalarda” yaşamak zorunda kalan farklı cinsel yönelimden bireylerin “şehrin tamamını istiyoruz” talebi de eklenecektir.
Hagerstrand’ın zaman coğrafyası kavramı, kadınların mekandaki dolaşımlarının hangi etkenlere bağlı ve ne türden kısıtlamalarla kuşatılmış olduğunu gösterir. Birçok kadın çeşitli sebeplerden aile çevresine yakın ve bir erkek tarafından belirlenen bir yaşam alanı kurmak zorunda kalır. Medeni durum, ekonomik sorunlar, ebeveynin bakım emeğinden yararlanmak zorunluluğu, güvenlik arayışları, yasaklar, engeller vb. sebeplerle birçok kadın ev ve aile eksenli yaşamak zorunda kalır ve kamusal alanla ilişkisini bir başkası üzerinden kurar. Çocuğu, ebeveyni, eşi, geniş ailesinin ihtiyaçları, beklentileri, yasakları ile sınırlı bir mekânsal dolaşımı vardır. Klastrofobi, agorafobi, kaygı bozukluğu, panik atak gibi çağımıza özgü ve mekan dolayımlı birçok ruhsal sorunun daha çok kadınlarda görülmesi, kadınların mekanla kurdukları ilişkiyi göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Mekanın cinsiyetinden söz ederken bir diğer uğrağımız anavatan kavramsallaştırmasıdır. Erkek kardeşler birliği olarak ulus, varlığının ve sürekliliğinin teminatı olarak bir anavatana ihtiyaç duyar. Anavatan, korunması, kollanması gereken bir yaşam kaynağı, bir yuvadır. Vatan toprağının bütünlüğü, güvenliği ve refahı onu koruyup kollamakla mükellef caydırıcı, adanmış militer bir gücün varlığına ihtiyaç duyar. “Vatan borcu” olarak adlandırılan vazife birçok kültürde “düşmana karşı vatanın namusunu korumak” mottosuyla tarif edilir (Chatterjee, 2002; Davis, 2010). Cinsiyetçilikle illiyet bağı içindeki milliyetçilik ve militarizmin itici gücü olan fetih eylemi, “düşman”a ait olan vatan toprağını ele geçirmek ve o toprağa kendi tohumunu ekerek soyun devamlılığını sekteye uğratırken, kendi ırkının safiyetini düşman tasallutundan koruma mantalitesi üzerine kuruludur. Anavatan bir kadın bedeni olarak tasavvur edildiğinde, Afsenah Najmabadi’nin İran milliyetçiliğini analiz ederken sözünü ettiği gibi, bir arzu nesnesine dönüşür (2013). Arzulanan bu bedenin tek sahibi olmak isteyen ulusun erkekleri ile arzuladıkları yabancı bedeni ele geçirerek düşmanı alt etmek isteyen erkekler arasındaki rekabet ve çatışmada ulusun kadınlarına düşen, namusunu ve dirayetini korumak, namusuna leke sürüldüğünde hayatından vaz geçmek ve ırkın devamlılığını, gelecek kuşakların yetişmesini sağlamak için çabalamaktır.
Kaynaklar
Chatterjee, P. (2002). Ulus ve Parçaları, Kolonyal ve Post Kolonyal Tarihler (İ. Çekem, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Hägerstrand, T. (1978). Survival and Arena: on the Life-history of Individuals in relation to their Geographical Environment. In T. Carlstein, D. Parkes and N. J. Thrift (Eds.), Human Activity and Time Geography, Timing space and spacing time (p. 9-30). New York: Wiley.
Najmabadi, A. (2013). Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak. Der. A. G. Altınay (Der.), Vatan Millet Kadınlar (T. Güney ve E. Gen, Çev.) içinde (s. 118-154). İstanbul: İletişim Yayınları.
Yuval Davis, N. (2010). Cinsiyet ve Millet (A. Bektaş, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Yayınlanma Tarihi: 16.07.2021