O. Meriç Eyüboğlu

Onları hepimiz tanıyoruz; bir kısmı Çilem Doğan gibi canına tak ettiği için, Yasemin Çakal gibi çaldığı tüm kapılar (sığınak, aile, devlet) yüzüne kapandığı için ve hiçbir seçeneği olmadığı için, Hülya Halaçkay gibi erkeğin boğazına sarıldığı, nefes alamaz hale geldiği o an ölmemek yaşayabilmek için, Nevin Yıldırım gibi maruz bırakıldığı saldırıyı başka türlü sonlandıramayacağını bildiği için, saldırgan erkeğe karşı kendilerini fiziki olarak da savundular. Bu sırada saldırgan öldüğü için tutuklandılar, cezalar aldılar. Bir kısmı hala hapiste.

Bir kısmımız Nevin Yıldırım’dan, Çilem Doğan’dan, Yasemin Çakal’dan, Hülya Halaçkay’dan, Melek İpek’ten…ve daha nicelerinden söz ederken, “özsavunma” kelimesini kullanmaktan imtina ediyor ve ısrarla “hayatına sahip çıkan kadınlar” diyoruz.[1]

Bu kavramlaştırma, feminist hareketin ürettiği diğer pek çok kavram gibi “yerli”. Temeli de 2014’e, İstanbul Feminist Kolektif zamanlarına, artık kadın cinayetleri davalarını değil, “kadınların hayatlarındaki erkekleri öldürdüğü” davaları takip etmeliyiz diye konuştuğumuz zamanlara dayanıyor. Meşru müdafaa/özsavunma sadece hukuki, dolayısıyla ancak belli şartların varlığı halinde uygulanan bir hal olduğu için değil, ayrıca kişinin kendisini fiziki olarak savunmasıyla sınırlı kaldığı için de doğru gelmemişti bizlere.

Zira kadınların eylemi sadece kendisine yönelen erkek şiddetini engellemek, durdurmak, defetmekle sınırlı değildi, bu aynı zamanda yaşama tutunma mücadelesiydi. Yani sadece ölmemek için öldürmek değil, aynı zamanda yeni bir hayat kurup ya da yaşamını onarıp devam etmekti. Bu soyut anlatma çabasının en iyi örneklerinden biri 2014 yılının Ağustos ayında yolumuzun kesiştiği Hasret’in hikayesidir şüphesiz. 4 çocuğu, evinin bulunduğu sokakta küçük bir kuaför dükkanı vardı, “koca” aynı sokakta çalışıyordu. Hasret akıllıydı, güzeldi, kendi parasını kazanıyordu, kendisine güvenen bir kadındı ama tüm bunlar sistematik fiziki şiddeti, hayatına sürekli müdahaleyi engellemiyordu. Hayatımıza girmesi “43 yerinden tornavidayla yaralandı” haberleri ile oldu, ama aslında onunki çok küçük yaşta evlendirilmiş, küçük yaşta boy boy çocuğu olmuş bir kadının hayata tutunma hikayesiydi.

Adamın dayak, cinsel saldırı ya da çeşitli kesici delici aletlerle saldırdığı zamanların hiçbirinde fiziki bir cevap vermemişti Hasret, kendisini savunacak herhangi bir şey de yapmamıştı. Belki yapamamıştı, belki öyle anların birinde mutfaktan bir bıçak kapmak aklına bile gelmemişti. Bu nedenle Hasret’in durumu üzerine düşünürken, konuşurken meşru müdafaa ya da öztürkçesiyle özsavunma demek hiç aklımıza gelmedi. Zaten O’nun hikayesinin toplamı, fiziken kendini korumayı/savunmayı aşan bir ayakta kalma mücadelesiydi, kelimenin gerçek anlamıyla “hayatına sahip çıkma” hikayesiydi. Nitekim adam hapishaneye girdikten sonra da 4 çocukla, borçla harçla, onca sorunla tek başına mücadeleye devam etti, ediyor Hasret.

Kürt hareketinin, kadın özgürlük mücadelesine ilişkin değil, genel mücadele hattına ilişkin bir kavramlaştırmasıydı “özsavunma”. Hasret’ten sonrasıydı. İstanbul Feminist Kolektif’in 2015 yılının Ocak ayından başlayarak, 11 ay boyunca her ay çıkardığı “Kadınlar Hayatlarına Sahip Çıkıyor” bülteni yayımlanmaya başlamıştı. Ama özsavunma kavramı, coğrafyanın bu tarafına, Kürt hareketinin ve Kürt kadınlarının kurucu bir toplumsal mücadele içinde kullandığı bağlamdan koparılıp, sadece fiziki bir savunma/karşı savunma olarak taşınıverdi. Hızla da yerleşti.

Ne zaman bir kadın, hayatındaki adamı öldürmüş haberi düşse, sosyal medyada “ÖzsavunmaHaktır” tweetleri yükselişe geçiyor. Tamam, söz konusu olan erkek yargı, tutuklanmak, hapishane filan olunca tartışmanın ucu hukuka, yani meşru müdafaaya/özsavunmaya gelip dayanıyor. Ama işte buradan öteye taşımıyor bu kavram bizi. Oysa kendi hayatına sahip çıkan kadınlar, çoktan çok daha ilerisine geçmiş durumda…

Yasemin örneğin, 3 yıl hapiste kaldıktan sonra tahliye olduğunda, hayat tüm keskinliği ve acımasızlığıyla onu bekliyordu. Belki artık “koca” yoktu, ama erkek kardeşler de, baba da, aile de aynıydı, aynı yerdeydi. Hapisten çıkmış bir “dul” kadın olarak, babasının dizinde dibinde oturup, çıkarsa hayırlı bir kısmet edebiyle evlendirilmeyi beklemedi. Mahkum edildiği bu hayatla kavga etti, iş aradı, çalıştı, şehrin hiç bilmediği, gitmesi önceden yasak olan en uzak yerlerine gitti, hatta ilk kez tatil yaptı. Sonunda buralarda yaşamayacağını anlayıp yurt dışına gitmeye karar verdi. Olabilir gibi değildi, yani bana hep olamaz gibi gelmişti, ama Yasemin bunu oldurdu ve kendine sıfırdan bir hayat inşa etmeyi başardı. Birçoğumuz tanığız ki, bunu tırnaklarıyla kazıya kazıya yaptı. Geçtiğimiz günlerde İsviçre tarafından politik oturum hakkı da verildi. Böylece Avrupa’da ilk kez “siyasi suç” olarak kabul edilmeyen, “adli suç” kategorisindeki bir suçtan dolayı politik oturum hakkı verilmiş oldu.

Yasemin artık en azından Yargıtay’dan ne karar çıkacak, hapse tekrar girecek miyim stresinden kurtuldu. Ancak O’nun hikayesini unutulmaz kılan, o lanet gece değil, ondan sonrasında verdiği hayata tutunma hikayesi, bence.

Evet meşru müdafaa/özsavunma yetmiyor, çünkü ceza kanununda düzenlenmiş hukuki bir kavramdan söz ediyoruz nihayetinde. İçini siz nasıl doldurursanız doldurun ister feminist özsavunma deyin, ister politik özsavunma…Toplumsal algıdaki sınırlara yani yılların meşru müdafaasının anlam sınırlarına çarpıyorsunuz. Hele ki içini ısrarla bir erkeği öldürdüğü için yargılanan kadın örnekleriyle doldurmaya devam ettiğiniz sürece. Oysa Hasret gibi, o erkeğe karşı fiziksel bir cevap vermeyen onca kadının hikayesi de var.

Mesele hukuk sınırlarına deyince, örneğin bilmem kaç günlük kocaman bir kadın konferansında, “Melek İpek’i anlıyorum meşru müdafaa tabii ama Nevin Yıldırım’ın eylemini savunmak mümkün değil” gibi sözler işitebiliyorsunuz kolaylıkla.

Zira verili “hukuk” üzerinden bakınca kolaylıkla karışıveriyor kafalar.

Zaten madalyonun öbür yüzünde kendi hayatına sahip çıkan kadınlarla dayanışmaya başladığımız, davalarını toplumsallaştırmaya çalıştığımız zamanlardan bu yana duyduğumuz “siz ölümü, öldürmeyi güzelliyorsunuz”cular var. “Ne yani Nevin’in tecavüzcünün kafasını kesmesini savunuyor musunuz?” diyenler.

E tabi eyleme ve sonuca bakarak yorum yaparsanız, memleketin hakimlerinden daha kötü noktalara savrulabilirsiniz. Oysa Nevin’in davasını da, kendisini de sahiplenmemiz, bu eylemi güzellememizden ya da her kadına bıçak/balta kuşanmasını önermemizden değil, Nevin’in eline onu aldıran nedeni anlamamızdan, kadınlara, kendi adaletini kendisinin sağlaması dışında seçenek bırakmayan bu cinsiyetçi sistemi tanımamızdan kaynaklanıyor. Zira bu “cinayetlerin” nedeni, kadın cinayetleri ile aynı. İstisnasız hepsinde sistematik erkek şiddeti var; alınmış koruma kararları, darp raporları, kapısı çalınmış sığınaklar, açılmış boşanma davaları…buna rağmen durmayan, durdurulmayan bir şiddet var. Bu nedenle durumu en iyi anlatan cümle “ölmemek için öldürmek” gibi geliyor bana. Ya mezar ya hapishane dışında seçeneğin kalmaması yani. Biz kadınlar, hayatta başka hiçbir seçeneğinin olmaması ne demek biliriz. En iyi biz biliriz. En iyi ezilenler bilir çünkü.

Hayatındaki erkekleri öldüren, öldürmek zorunda kalan kadınların elleri kelepçeli polisler arasında götürülürken “biraz da erkekler ölsün” demesi, sadece bir tepkiyi değil, bu “cinayetlerin” de politik cinayetler olduğunu anlatıyor.

Çünkü feminist harekete çok yıllar önce “kadın cinayetleri politiktir” dedirten; bu cinayetlerin kökeninde erkek şiddetinin olduğu tespitimizdi. Patriyarkal sistemin kendisine verdiği ayrıcalıklardan vazgeçmek istemeyen erkekler, kadınları o ikincil konumda tutmak, denetlemek, baskılamak için emeklerine el koyuyor, bedenlerini kontrol etmeye kalkışıyor ve şiddetle “terbiye” ediyordu. Erkek şiddeti, patriyarkanın en dolayımsız araçlarından biriydi. Bu nedenle hangi sosyal, sınıfsal konumda olursak olalım, erkek şiddetine maruz bırakılmak için, kadın cinayetiyle 3. sayfa haberi olmak için sadece kadın olmak yeterliydi. Bu cinayetler bu nedenle politikti.

Kendi hayatına sahip çıkan kadınlar da hiç kuşkusuz politik bir eylem içindeler. Çünkü bu patriyarkal sisteme, erkek şiddetine, kendilerine dayatılan hayata itirazları var. Sadece itiraz etmiyor, bu itirazın sonunda her ne yaşarsa yaşasın vazgeçmiyor ve hayatını yeniden yeniden örüyor bu kadınlar. Onlar direnci ve kaderine razı gelmemeyi simgeliyor. İşte bu nedenle bu “cinayetler” de politik!

 

[1] Bu yazının daha uzun bir versiyonu için https://www.5harfliler.com/hayatlarina-sahip-cikan-kadinlar-ve-feminist-politika-uzerine/

 

 

Yayınlanma Tarihi: 29.11.2021

 

Leave a Reply