Gözaltında zorla kaybetmelere karşı 27 Mayıs 1995 tarihinde Galatasaray Meydanı’nda başlatılan oturma eylemi, güvenlik güçlerinin şiddetine ve engellemesine rağmen, farklı mekanlarda ve şekillerde de olsa günümüze değin tekrarlanarak, hak ve adalet arayışı doğrultusunda ülke tarihinde gerçekleştirilen en uzun soluklu sivil direniş eylemi haline geldi. [1]
Kayıp yakınlarıyla birlikte daha önce savaşa, milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı “Arkadaşıma Dokunma Kampanyası”nı da örgütlemiş olan bir grup insan hakları savunucusu ve feminist kadının girişimi ile başlatılan oturma eyleminin etkili olmasında ve süreklilik kazanmasında, eylemin kendine özgü niteliği rol oynadı. Eylem esnasında alışılanın aksine slogan atılmamış, bayraklar, flamalar taşınmamıştı. Kayıpların fotoğraflarıyla birlikte yapılan sessiz oturma eylemi, sloganların yaratacağı etkiden çok daha fazlasını yapmıştı.
Eylemin ortaya çıkmasında, zorla kaybetmelerin, 1990’lı yılların başlarından itibaren, başta Kürtlere yönelik olmak üzere toplumsal muhalefeti bastırmak amacıyla sistematik bir uygulamaya dönüşmesinin yarattığı duyarlılık rol oynadı. Söz konusu duyarlılığın eyleme dönüşmesine yol açan etken ise 21 Mart 1995 tarihinde, Gazi Olayları esnasında gözaltına alınan Hasan Ocak’ın kaybedilmesinin ardından ailesinin, onun akıbetini ortaya çıkarmak amacıyla sürdürdüğü direngen mücadele oldu. Anne Emine Ocak, baba Baba Ocak ile ailenin diğer üyelerinin güvenlik güçlerinin engelleme ve şiddetine rağmen büyük bir dirençle seslerini kamuoyuna duyurmayı başarması, hem diğer kayıp yakınlarını[2] hem de yaşanan insan hakları ihlalleriyle gözaltında zorla kaybetmelere ilişkin bir şeyler yapma zorunluluğu hisseden duyarlı insanları harekete geçirdi. Ocak’ı bulma çabaları, zorla kaybedilmesinden yaklaşık iki ay sonra, 15 Mayıs 1995 tarihinde, maalesef işkence görmüş cansız bedeninin, kimsesizler mezarlığında bulunmasıyla sonuçlandı. Buna karşın zorla kaybedilenlerin akıbetinin sorulması ve sorumluların hesap vermesi talebi son bulmadı; aksine ülkenin en uzun soluklu sivil itaatsizlik eyleminin doğmasına vesile oldu. Eylem, Hasan Ocak ve aynı dönem gözaltında zorla kaybedilen Rıdvan Karakoç’un aileleriyle birlikte çoğunluğu kadınlardan oluşan bir grubun, 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda oturmasıyla başladı. Tıpkı bu ilk oturma eyleminde olduğu gibi izleyen birkaç yıl boyunca, eylemler adeta kendiliğinden örgütlendi. Kayıp yakınları ve kadınlar her cuma buluşarak, cumartesi günü yapılacak eylemin basın açıklamasını hazırladılar. Aralarında hiçbir hiyerarşi bulunmadan oluşturdukları program ertesi gün hayata geçirildi.
Başlangıcından günümüze değin, çeyrek asrı aşan süre boyunca 850’den fazla oturma eylemi yapıldı. Oturma eylemlerine sayısız polis saldırısı oldu; kayıp yakınları güvenlik güçlerince yerlerde sürüklendiler, şiddete maruz kaldılar. Aralarında tutuklananlar oldu. Güvenlik güçlerinin aşırı ve sürekli şiddet uygulayarak Galatasaray Meydanı’nda oturmayı imkansız hale getirdiği ara bir dönem dışında,[3] farklı mekanlarda ve şekillerde de olsa oturma eylemleri sürdürüldü.[4]
Uzunca sayılabilecek bu süre zarfında, eylem katılımcısı kayıp yakınları arasından, kayıplarının akıbetini öğrenemeden bu dünyadan göçüp gidenler oldu. Eylemlerin çocuk yaştaki katılımcıları arasından, günümüzün insan hakları savunucuları, gözaltında zorla kaybetmelerin yanı sıra diğer insan hakları ihlallerine ve hukuksuzluklara karşı mücadele eden adalet savunucuları, hukuk insanları çıktı. Eylem kuşaktan kuşağa aktarıldı.
Galatasaray Meydanı’nda ve eylemin yapıldığı diğer alanlarda, farklı yaş gruplarından kadın ve erkek kayıp yakını katılımcıların oturuyor olmasına karşın, eylemlerde kadınlar daha fazla ön plana çıktı. Eylemin başlatılmasında rol oynayan kadınlar, anne nitelemesini kullanmayı pek tercih etmemişlerdi. Bunun en önemli nedenlerinden biri, eyleme katılanların her yaştan ve cinsiyetten kayıp yakınlarının da bulunduğu karma bir topluluk olmasıydı. Bunun yanı sıra, eylemi örgütleyenler arasında, feminist bir bakış açısından hareket ederek, kadınların “anne” kimliği ile ön plana çıkarılmasına taraftar olmayanlar da bulunuyordu.[5] Buna karşın yaygın medyada ve kamuoyunda eylem “Cumartesi Anneleri” olarak anılmaya başlandı. Onun yanı sıra “Cumartesi İnsanları” ifadesinin yerleşmesi ise hem kadınların bu ifadeyi sürekli vurgulamaları hem de Bianet’te her iki ifadenin ısrarlı bir şekilde birlikte kullanması sayesinde mümkün oldu.
Plaza de Mayo Anneleri’nden esinle de ön plana çıkan “Cumartesi Anneleri” nitelemesi, doğallaştırılmış ve politika dışı sayılmış anne-çocuk ilişkisinden türetilen haliyle, ilk etapta politik çağrışım yapmayan bir niteleme gibi görünse de bu ad altında sürdürülen oturma eylemleri, doğrudan devleti hesap vermeye çağıran, politik niteliği net ve açık olan sarsıcı eylemlerdir.[6]
Eylem, annelik kimliğinin dönüştürülmesinde de rol oynadı. Çünkü kayıp yakını kadınların her biri ayrı ayrı kendi kayıplarının acısını yaşıyor olsalar da, eylemin vurgusu, tekil acıların ötesinde, kolektif bir hayat hakkı savunusu, kolektif bir hak ve adalet arayışıdır. Faillerin açığa çıkarılması ve yargılanması talebi, aynı zamanda benzer hak ihlallerinin tekrarlanmaması talebini ve herkes için güven içinde, eşitçe bir yaşam hakkı savunusunu da içerir.
Medyadaki niteleme ve kamuoyundaki yaygın kabul, geleneksel bir cinsiyet rolü olarak anneliğe odaklansa da eylemin kendisi, anneliği geleneksel kalıplardan çıkarıp toplumsallaştıran ve politikleştiren bir etkide bulunmuştur. Mağdur ve acılı anne imgesi, yerini acısını kolektif eylem içinde herkes için hak ve adalet arayışına ve yaşam hakkı talebine dönüştüren anne imgesine bırakmıştır. Bu içi boş bir imge değildir. Bizzat eylemlilik sürecinde şekillenen ve oradan diğer yaşam alanlarına yayılan somut deneyimlerin, dayanışmanın ve dönüşümün tezahürüdür. Son tahlilde bu yeni imgenin de annelikten türetilmiş olduğu doğrudur. Fakat kendi çocuğunun iyilik halini önceleyen hegemonik annelikten farklı, çocuğunun iyilik halini toplumsal iyilik hali içinde gören ve toplumsal iyiliğin yaratılması için rol üstlenen bir anneliğin söz konusu olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Eylemlerin altı çizilmesi gereken başka bir özelliği de kadınlar arasında sınıfları, kuşakları, sosyal statüleri ve coğrafyaları kesen özgün ve dönüştürücü bir kolektif deneyim olmasıdır. Eylemlerde başından itibaren kayıp yakını kadınlar ile eylemin başlatılmasında önayak olan insan hakları savunucusu ve feminist kadınlar birlikte yer aldılar. Bu karma nitelik farklı sınıflardan, yaş gruplarından, eğitim düzeylerinden kadınların birlikte iş yaparken, birbiriyle etkileşime geçmelerine, birbirinden öğrenmelerine olanak sundu. Oturma eyleminde başlayan kadınlar arası ilişkiler, oradan hayatın diğer alanlarına uzandı; uzun yıllara yayılan kadın dostluklarının kurulmasına vesile oldu.
Eylem, Türkiye’de hak ve adalet arayışı açısından esin verici, motive edici bir etkide bulundu. Kadınların hak ve adalet arayışıyla eylemci olmalarının, meydanlara çıkmalarının etkili bir örneğini oluşturdu. Galatasaray Meydanı, Nadire Mater’in altını çizdiği gibi ülkenin en önemli hafıza mekanlarından birisi haline geldi.[7]
Eylemler, gözaltında zorla kaybetmelerin tümüyle ortadan kaldırılmasını sağlayamasa da yarattığı kamuoyu sayesinde 90’lardaki yaygın kaybetmelerin durdurulmasında rol oynadı.
Kayıpların akıbeti maalesef halen “meçhul” ve sorumluların büyük çoğunluğu yargı önüne bile çıkarılmadı; çıkarılanlar ise ya aklandı ya da davalar zaman aşımına terk edildi. Buna karşın Cumartesi Anneleri/İnsanlarının oturma eylemleri, önemli bir direniş deneyimi olarak ülke tarihinde yerini aldı.
[1] Bu yazı için görüşlerine başvurduğum Nadire Mater’e, Nimet Tanrıkulu’na, Beril Eyüboğlu’na ve Esra Koç’a eylemin ortaya çıkmasıyla sürdürülmesine ilişkin deneyimlerini, gözlemlerini, tanıklıklarını, duygu ve düşüncelerini cömertçe paylaştıkları için sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
[2] Hasan Ocak’la yakın tarihlerde Ankara’da Tüm Sağlık Sen üyesi Ayşenur Şimşek, İstanbul’da ise Rıdvan Karakoç gözaltında zorla kaybedilmişti.
[3] Ülke içinde siyasi tansiyonun ve devletin toplumsal muhalefeti bastırmak için uyguladığı şiddetin alabildiğine arttığı 1990’lı yılların sonlarında oturma eylemlerine zorunlu olarak ara verildi. Eylem katılımcıları, 170. oturumdan 200. oturuma değin 30 hafta boyunca her Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda polis saldırısına uğradılar, gözaltına alındılar. Bu kesintisiz şiddet karşısında 13 Mart 1999 tarihinde ara verildiği açıklanan oturma eylemleri, yaklaşık on yıl sonra 2009 tarihinde yeniden başlatıldı. Pandemi sürecine gelindiğinde ise oturma eylemleri çevrimiçi olarak sürdürüldü.
[4] Kamu otoritelerinin ve güvenlik güçlerinin Galatasaray Meydanı’nda oturmayı şiddet yoluyla imkansız hale getirmesinin ardından, eylemler İnsan Hakları Derneği’nin önünde sürdürüldü. İstanbul’da başlatılan oturma eylemleri, başta Diyarbakır olmak üzere farklı kentlere de yayıldı. Önceleri, oturma eylemi esnasında sadece kayıpların fotoğrafları taşınırken, bir süre sonra, kaybedilenler hikayeleri ile eylemlere taşındı. Hikayelerin paylaşılması, zamanla sistematik bir hal aldı; kaybedildikleri hafta anıldılar. Ayrıca oturumlarda yeni kayıp yarsa onların duyurusunun yapılması, dayanışma içinde olan Türkiye içinden ve dışından grupların tanıtımları ve konuşmalar yapılmaya başlandı.
[5] Beril Eyüboğlu ile 27 Eylül, Nimet Tanrıkulu ve Esra Koç ile ise 23 Eylül 2021 tarihilerinde yapılan telefon görüşmeleri.
[6] Eylemin politik niteliği, her şeyden önce zorla kaybetmenin niteliği ile ilgilidir. Çünkü zorla kaybetme, sıradan, adli bir durum olmayıp doğrudan devletin resmi görevlilerince veya öyle olmasa bile devletin göz yummasıyla gerçekleştirilen bir suç. Bir insanlık suçu. Tek bir kez gerçekleşen ve sadece kaybedilenin haklarının ihlal edildiği bir suç da değil. Devlet, kaybedilenin akıbetini ortaya çıkarmadığı, sorumlular bulunup yargılanmadığı sürece devam eden bir nitelik taşıyor. Sadece kaybedilenin haklarını ihlal etmekle kalmıyor, yakınlarını da hedef alıyor. Kaybedilenin akıbetinin belirsizliği, kayıp yakınları için bitmeyen bir işkenceye dönüşüyor. Zorla kaybetme, sadece muhalif kesimleri sindirme amacına hizmet etmiyor, kaybedilen ile birlikte onun temsil ettiği her ne varsa tümünü topyekun bir unutuşa gömmeyi hedefliyor. Tüm bu özelliklerinden dolayı, zorla kaybedilenlerin akıbetinin açığa çıkarılması ve faillerin cezalandırılması talebi doğrudan devlete yönelen, devletin hesap vermesini, failleri cezalandırmasını içeren politik bir talep.
[7] 7 Ekim 2021 tarihli e-posta yazışması.
Yayınlanma Tarihi: 22.11.2021