Yonca Cingöz

Duygu üzerine teorik çalışmaların uzun bir tarihi vardır, ancak özellikle 1970’lerden itibaren Batı’da toplum bilimcilerin duyguya yönelik ilgisi artmış, duyguların sosyolojisi ve antropolojisi alt disiplinler olarak ders kitaplarına girmiş, insan duygularının toplumsal yönü, toplumsal fenomenlerin duygusal yönü ve duygusal süreçlerin karmaşıklığı gözler önüne serilmiştir. Bu yükselen ilgide, kadın hareketinin güçlenmesine bağlı olarak kadınların (etnik azınlıklardan kadınlar da dahil olmak üzere) akademide araştırma pozisyonları elde etmeye başlamalarının ve devamında gelişen feminist literatürün önemli bir etkisi vardır.

Feminist felsefe tarihçileri akıl/duygu, zihin/beden, doğa/kültür gibi birbiriyle yakından ilişkili temel ikiliklerin felsefe kanonuna cinsiyetlenmiş biçimde yerleştiğini ortaya koydular. Felsefede erkek ve eril olan zihinle, kültürle ve akılla özdeşleştirilip üstün kılınırken, kadın ve dişil olan doğayla, bedenle ve akıldışıyla özdeşleştirilerek aşağı görülüyor, akılcılık kadınsılığın aşılması olarak kavranıyordu. Akıl ile duygunun yerleştirildiği hiyerarşik ikilikte, erillikle özdeşleştirilen akıl sabit ve güvenilir, dişillikle özdeşleştirilen duygular ise değişken ve gelgeç olarak düşünülüyordu. Bu düşünce kadının duygusal doğası itibariyle ahlaken öngörülemez ve güvenilmez olduğu, bu bakımdan hayatının özel alandaki rolleriyle sınırlanması, kamusal ve politik hayattan uzak tutulması gerektiği görüşünü tarihsel olarak hakim kılmıştı. Farklı alanlardan feminist araştırmacılar, cinsiyetlendirilmiş hiyerarşik ikiliklerin düşünce tarihindeki hakimiyetiyle, aşağı görülen duyguların yanı sıra, onunla ilişkilendirilen bedenin, dişil olanın ve bizzat kadınların da bilgi üretiminden dışlandığını gösterdiler ve yeni sorular sorup yeni yöntemler yaratarak bedenin, dişil olanın ve kadınların bilgisini üreten bir feminist akademi inşa etmeye başladılar.

Kadın-duygu özdeşliği feminizmi akademi ve politika alanından dışlama girişimlerinde de kullanışlı olmuştur. Feminist özneleri öfke ve erkek nefretiyle tanımlayan “öfkeli feminist” yakıştırması, kadınların eşitsizliğe karşı verdikleri tepkileri ve feminist düşünceyi küçümsemenin, feminist kuramsal ve ampirik çalışmaları bilim-dışı ilan etmenin etkili bir aracı olmuştur. Feminist düşünceyi akademiye taşımanın beraberinde getirdiği bu kırılganlık nedeniyle uzun zaman pek çok feminist akademisyen kişisel ve duygulamsal ifadeleri akademik çalışmalarında açıkça kullanmaktan kaçınmış ve duyguları analiz etmeye tereddütle yaklaşmıştır.

Öte yandan, feministlerin ve feminist fikirlerin öfke, nefret gibi kadınlara yasaklanmış duyguların temsili haline getirilerek kamusal alandan uzaklaştırılmaya çalışılması, feminizm ile duygu arasındaki ilişkiyi güçlendirmiştir. Feminist akademisyenlerin, mesleki riskler içermesine rağmen duyguları eleştirel biçimde analiz etmeleri ve feminist bilgi üretiminin merkezine koymaları, feminist aktivistlerin kadınların duygularını ve deneyimlerini görünür, duyulur kılarak feminist politikanın odağına almaları kaçınılmaz hale gelir. 1960’larda Kadın Kurtuluş Hareketinde geliştirilen, 1980’lerde Türkiye’de feminist hareketin yükselişinde de bir mihenk taşı olan bilinç yükseltme yöntemi ve grupları, duygulara eğilmenin ve duygusal ifadelere alan açmanın feminist politikayı güçlendirdiğinin açık örneklerinden biridir.

1980’lerden itibaren Lorde, Jaggar, Hochschild, Abu-Lughod gibi araştırmacı ve kuramcıların duygu üzerine yaptığı feminist çalışmalar, duyguların kültürel kurama dahil edilmesinde temel kaynaklar haline geldi. Sosyal bilimler ve psikolojide duygu üzerine yapılan önceki çalışmalar duygunun psikobiyolojik ve psikososyal süreçlerle ortaya çıktığı ön kabulüyle bilgi üretirken, feminist kuramcılar duygusal yaşam ile iktidar ilişkileri arasındaki tarihsel, kültürel, sınıfsal, kurumsal olarak çeşitlenen bağlantılara, duygu söylemlerinin içinde işleyen iktidara dikkat çektiler. Duygu söylemlerinin farklı cinsiyet politikalarını üretebildiğini ve patriyarkal toplumsal ilişkileri yeniden üretmenin aracı olabildiğini gösterdiler. Duygularla ilgili neyin bilinmeye değer olduğunu yeniden tanımlarken, bilimsel soruların hangi yöntemlerle nasıl yanıtlandığının yanı sıra, soruları kimin sorduğunun problemleri görüş açımızı nasıl belirlediğini, belli soruların belli yanıtları nasıl çağırdığını da sorunsallaştırdılar ve duygu üzerine önceki çalışmalarda sorulmamış “Kadınlık neden duygusallıkla özdeşleştirilir?”, “Duygular neden patolojikleştirilir?”, “Patoloji neden duygusallaştırılır?”, “Normallik neden eril olarak düşünülür?” gibi yeni sorular ortaya koyarak yanıtlar aradılar.

1990’larda hem Batıda hem de küresel düzeyde yaşanan toplumsal dönüşümlerle birlikte, duygular, benlik kadar toplumsalın da hakikatini sunan bir kaynak olarak görülmeye, kamusal alanda duygusal ifadeler daha yoğun ve çeşitli biçimlerde belirmeye başlamıştır. “Toplumun duygusallaştırılması” olarak nitelenebilen bu sürecin akademideki tezahürü ise “duygulamsal dönemeç” (affective turn), “duygulam teorisi” (affect theory) veya “duygulam çalışmaları” (affect studies) olarak adlandırılabilen disiplinler arası bir teorik eğilimdir. Duygu, duygulam, his, ruh hali ve duyarlılığı kapsayan duygulamsal yaşamın toplumsal ve kültürel boyutları, başta kültürel incelemeler olmak üzere tarih, coğrafya, politika, ekonomi, hukuk çalışmaları, kriminoloji, medya çalışmaları, toplumsal cinsiyet çalışmaları, yönetim çalışmaları gibi pek çok disiplinden araştırmacılar için bir odak noktası olmaya başlamıştır. Feminizm beden, maddesellik, iktidar üzerine sorunsallaştırmalarıyla duygulamsal dönemeç iddiasına zemin hazırlayan düşünce akımlarından biridir. Feministler ve eleştirel duygulam teorisyenleri Foucault’nun biyopolitika, yönetimsellik, özne oluşumu gibi kavramlarından faydalanarak, ulusaşırı kapitalizm döneminde sömürgecilik ve köleliğin bedenleşmiş ve fiziksel miraslarını, ayrıca ulus inşası, göç, çokkültürlülüğün duygulamsal politikalarını analiz etmişlerdir. İktidarın hisler aracılığıyla dolaşımına, duygulamsal ilişkiler ve söylemlerin politik açıdan çarpıcı var oluş ve bilme halleri yarattığına bakmışlardır.

Duygulam çalışmalarında ağırlığı olan Baruch Spinoza ve Gilles Deleuze’den etkilenen kimi teorisyenlerin duygu ile duygulam kavramları arasına koydukları keskin ayrım ve duygulam teorisinin “yeniliği”ni iddia etmeleri feminist teorisyenlerce eleştirilir. Feminist araştırmacılar kuşaklar boyu süren adaletsizliğin öznel ve toplumsal deneyimini incelerken, bedenin ve maddiliğinin ciddiye alınmasına çağrı yaparken, duyguların bedende deneyimlenmesini, kamusal alanda müzakeresini, iktidarla ilişkisini çeşitli bağlamlarda tartışırken duygu, duygulam ve hisleri merkezde tutmuşlardır. Bu uzun soykütüğüne vurgu yapmak üzere birçok feminist araştırmacı alanı “duygulam çalışmaları” olarak adlandırmayı seçerler.

2000’lerin başından bu yana Ahmed, Berlant, Brennan, Cvetkovich, Ngai, Hemmings, Probyn gibi feminist duygu çalışmacıları özellikle edebiyat ve kültürel incelemeler alanlarından çarpıcı eserleriyle alanı zenginleştirdiler. Bu teorisyenlerin çoğu duygu ile duygulamın karşıtlık oluşturacak biçimde ayrıştırılmasını benimsemez ve duygulam, duygu, hisi duyumsama gibi terimleri eserlerinde geçişken biçimde kullanırlar. Duygulam ile duygu arasındaki ayrımın kayganlığı feminizm açısından üretkendir, çünkü bireysel ile toplumsal arasındaki geçişlere ve böylece kamusal/özel ayrımını karmaşıklaştırmaya olanak verir. Duygulam çalışmaları duyguları tespit edip soyutlamak, derleyip toplamak ve arşivlemekteki yöntemsel zorluğu da apaçık göstermiştir. Duyguların nasıl adlandırılacağı politik bir problem olarak yükselmiştir. Feminist teorisyenler açısından önemli uğraşlardan biri duygulamları teşhis etmek ve cinsiyetçi, ırkçı, sömürgeci çerçevelerden çıkararak yorumlamaktır. Hangi duygular kamusal, hangileri özel olarak kabul edilir ve kaydedilir? Hangi duyguların kaydı tutulur, hangilerinin hiç tutulmaz? Yanlış teşhis edilmiş duygulamlar var mıdır? Duygulam ne yapar, ne yapamaz? Feminist duygulam çalışmaları, tüm bu sorulara yanıt aranan bir araştırma ve mücadele alanı olarak görülebilir. Feminist duygulam çalışmaları içinde bu sorular eşliğinde mevcut bilgi üretim sistemleri eleştirilirken yeni etimolojiler ve yöntemler geliştirilmiştir.

Bugün duygulam çalışmalarını oldukça ayrışık alanlardan çeşitli teorik yaklaşımların ve kavramsallaştırmaların öbeklenmesi olarak düşünmek gerekir. Alanda duygulamın ne olduğu ve ne yapabileceği, nasıl kavramsallaştırılabileceği, nitel araştırmalarda nasıl incelenebileceği ve açıklanabileceğiyle ilgili sorular halen havada asılıdır ve bu sorulara farklı alanlardan birbiriyle kesişen veya çatışan yanıtlar, terminolojik alternatifler sunulmaya devam ediliyor.

 

 

Yayınlanma Tarihi: 08.08.2022

 

Leave a Reply