Dicle Özcan Elçi

Anneliğin dünyadaki farklı kültür ve toplumlarda, kadınlığa özgü bireysel-öznel deneyimlerin çok ötesinde, tarihsel, ideolojik ve politik bir olgu olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim annelik söylemi, pratiği ve ideolojisi tarihsel süreçte geçirdiği birçok değişim ve dönüşüme rağmen, bir cinsiyet kategorisi olarak kadınların deneyimlediği en kapsayıcı alanlardan biri olmaya devam etmektedir.  Öte yandan, anneliğin anne olan kadar ol(a)mayan/ol(a)mamış veya olmak istemeyen kadınları da etkilemesi söz konusudur. Anne olanlar annelik performansları bağlamında ne kadar “iyi/ideal/süper/makbul” anne oldukları; anne ol(a)mayanlar ise biyolojik yetersizlikleri ile damgalanarak toplumsal dışlanma ve denetim-baskı mekanizmalarına maruz kalmaktadır. Bunun sonucunda da anne olmak istemeyen/anneliği reddeden kadınlar egemen cinsiyet normlarına uymadıkları gerekçesiyle düzen-bozuculukları üzerinden annelik ideolojileri, söylemi ve kurumunun eleştirileri ile karşı karşıya gelmektedir. Anneliğin tarihsel süreçte değişen anlamları üzerine yazan Badinter’in, günümüzde kadınların annelik karşısında “benimsemek, reddetmek ya da müzakere etmek” şeklinde üç farklı tutum üzerinden konumlandığı iddiasından hareketle (2015: 12), kadınların anneliği ister kabullensin, ister topyekün reddetsin isterse de kariyer amacı ve çocuk arzusunu birleştirerek müzakere etsin, nihayetinde annelik söyleminin içinde, dışında ya da karşısında yer almaktan kaçınamayacağı sonucuna varabiliriz.

Gönülsüz/istemsiz çocuksuzluk (childlessnes), bir kadının, erkeğin ya da çiftin istediği halde çocuk sahibi olamamasını, dolayısıyla da anne, baba ya da ebeveyn olamamışlığı ifade etmektedir. Her ne kadar bilimsel çalışmalar, gönülsüz çocuksuzluğun temel sebebi olarak bilinen kısırlık/infertilitenin kadın ve erkekten eşit oranda kaynaklandığını belirtse de (Şen, 2011: 10), gündelik yaşamda erkek kısırlığı bir “tabu” olarak hasıraltı edilirken, kadın kısırlığı sosyal çevrenin rahatlıkla dile getirebildiği ve üzerinde konuşma, yorum yapma tasarrufuna sahip olduğu “kolektif” bir sosyal soruna dönüşmektedir. Bu noktada gönülsüz çocuksuzluğun egemen cinsiyet kültüründe “kadınlar” için daha dezavantajlı bir konuma tekabül ettiğini söylemek yanlış olmaz. Nitekim hamile kalamadığı, doğuramadığı, emziremediği, anne olamadığı için makbul kadın kimliğinin en üst mertebesi olarak görülen anneliği icra edemeyen kadınlar damgalanma, dışlanma ve ayrımcı pratiklere maruz kalmalarının yanı sıra “sağlıksız/hasta” bir bedene sahip oldukları gerekçesiyle biyopolitik tıbbileştirme pratiklerine başvurmak durumundadır. Bu alanda hem söz konusu pratikler hem de bedene müdahale politikalarının feminist bakışla irdelendiği çok sayıda çalışma mevcuttur.

Toplumumuzda gönülsüz çocuksuz bir kadın için bu durum iki farklı biçimde açığa çıkmaktadır. İlkinde kadın evli olduğu halde kendisi ya da eşinin kısırlık/infertilite sorunundan kaynaklı çocuk sahibi olamıyordur. İkincisinde ise halihazırda henüz “evli” değildir. Başka bir deyişle bu durumda Badinter’in vurguladığı üzere “hiç doğurmamış kadın olmak ille de kısırlıkla bağlantılı olmayıp rastlantılar, koşulların oynadığı oyun, kaybedilen fırsatlardan da kaynaklı olabilir” (2015: 126). Toplumumuzda kadınlar, evliliğin temel motivasyonlarından biri olarak öne çıkan çocuk doğurma/anne olma arzusuna erişmek için öncelikle evlilik kurumuna dahil olmayı “başarmalı”dır. Kültürel normlarımıza göre bir kadının çocuk sahibi olabilmesi için resmi ve/veya dini nikahlı “meşru” bir evliliğinin olması temel koşuldur. Dolayısıyla bir kadın, doğurganlığının test edilebildiği ve çocuk sahibi olmasının ön koşulu olan evlilik kurumuna mensup değilse, biyolojik üreme kapasitesinin sorunsuz/sağlıklı olmasının bir değeri yoktur. Yine bu nedenle heteroseksüel bir ilişki içinde olsalar bile, evli olmayan kadınlara yönelik bir çocuk beklentisi yoktur genellikle.

Evlilik kurumu içindeki çocuksuz kadına toplumumuzda geçmişten bu yana olumsuz değerler atfedildiği, çocuk doğuramayan kadınların “verimsiz toprak”, “meyve vermeyen ağaç”, “lanetli”, “günahkar” gibi birtakım damgalayıcı söylemlere maruz kaldığı (Topdemir- Koçyiğit, 2012), çocuk doğuramadığı gerekçesiyle üzerine kuma getirildiği, aile içinde hizmetçi muamelesi gördüğü, miras hakkından yoksun bırakıldığı (Acıpayamlı, 1974) birçok çalışmada açığa çıkmıştır. Bu noktada “hiç doğurmamış kadın olmak”, anne olamamak, çocuksuz kadın olmak egemen cinsiyet kültüründe cinsiyete özgü kimlik biçimlerini aşındırdığı gerekçesiyle damgalanmayı beraberinde getirmektedir. Goffman, “damgalıyı” “sosyal açıdan tamamen kabul görme vasfından men edilmiş birey” (2014: 23) olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlamadan yola çıkarak “kısır/çocuksuz kadın”ın “kadın=anne” formülasyonunu sağlayamayarak “gerçek bir kadın” olmanın en temel kriterlerinden birini yerine getirememiş, toplumsal kabule erişemeyerek hegemonik kadınlık söyleminin dışına itilmiş olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, çocuk sahibi olma arzusunun biyo-psiko-sosyoekonomik ve kültürel gerekçelerine odaklanan bir çalışma olan “Çocuğun Değeri” adlı araştırmada çocuğun psikolojik değerinin çocuk sahibi olmanın verdiği mutluluk, haz, gurur ve ebeveyne arkadaş olma gibi faydalara; sosyal değerinin ise insanların çocuk sahibi olduklarında eriştikleri toplumsal statü, sosyal kabul ve özellikle de erkek çocuk sahibi olmanın soyun devamına işaret ettiğine dikkat çekilmektedir (Kağıtçıbaşı ve Ataca, 2005). Sosyal kabul, toplumsal onaylanma koşulu ve kimliğinin en belirgin tamamlayıcı öğesi olarak karşısına çıkan çocuk doğurma zorunluluğu, bu yüzden kadınlar için “doğal bir içgüdü” olmanın çok ötesindedir.

Evlilik kurumu sınırları içindeki istemsiz/gönülsüz çocuksuzluğun yakından bağlantılı olduğu bir diğer alan, kısırlığın/çocuksuzluğun bir “hastalık” olarak değerlendirilerek tıbbileştirilmesidir. Tıbbileştirme/medikalizasyon en genel anlamıyla gündelik yaşamda döngüsel olan doğum, ölüm, acı, cinsellik, hamilelik, yaşlanma, menopoz, kısırlık gibi bedensel ya da kültürel olguların giderek daha fazla tıbbın alanına girerek hastalık süreçleri ile tanımlanması ve “tedavi edilebilir” bir niteliğe dönüştürülmesidir (Sezgin, 2011: 59). Foucault’un “tıbbi bakış/tıbbi yönetim” (2004: 257) olarak adlandırdığı tüm bu süreçlerin, esasında normalleştirmeye, hatalı olanı düzeltmeye, eksik olanı tamamlamaya, hasta olanı iyileştirmeye hizmet ettiği aşikardır. Dolayısıyla “norm’un ihlali” olarak açığa çıkan kısır kadın bedeni, normal/sağlıklı kadın bedeninin en somut görünümlerinden biri olan “doğurganlık” vasfına erişebilmek için her türlü tıbbi/teknolojik imkanı deneyimlemeye yönelmektedir. Kısır bedeni doğurgan bedene dönüştürmeyi vaat eden “sağaltım” işlemleri, yardımcı üreme teknikleri/üremeye yardımcı teknolojiler olarak açığa çıkmaktadır. Yardımcı üreme teknikleri, evlilik kurumu içinde kadının toplumsal konumunu sağlamlaştırmasına, kendilik/benlik saygısı ve özgüvenini sağlamasına ve eksik/yarım kadınlığını tamamlamasına “olanak” tanımaktadır.

Sonuç itibariyle, üremeye dair sorunun kaynağının erkek ya da kadın hangi eşten/partnerden kaynaklandığından bağımsız olarak hamilelik, doğum, emzirme gibi bedensel süreçlerin yanı sıra çocuk bakımı ve yetiştirme gibi kültürel pratiklerin de kadın cinsiyetiyle özdeşleştirilmesi dolayısıyla gönülsüz çocuksuzluğun toplumsal bedellerinin kadınlar için daha zorlayıcı gündelik süreçlere tekabül ettiğini söylemek mümkündür.

 

Kaynakça

Acıpayamlı, O. (1974). Türkiye’de doğumla ilgili adet ve inanmaların etnolojik etüdü. Ankara: Atatürk Üniversitesi Yayınları.

Badinter, E. (2015). Kadınlık mı annelik mi? (A. Ekmekçi, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Foucault, M. (2004). Toplumu savunmak gerekir (Ş. Aktaş, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi

Yayınları.

Goffman, E. (2014). Damga: örselenmiş kimliğin idare edilişi üzerine notlar (Ş. Geniş, L. Ünsaldı ve S. N. Ağırnaslı, Çev.). Ankara: Heretik Yayınları.

Kağıtçıbaşı, Ç. ve  Ataca, B. (2005). Value of children and family change: A three-decade

portrait from Turkey. Applied Psycholology: An International Review, 54 (3), 317-337.

Sezgin, D. (2011). Tıbbileştirilen yaşam bireyselleştirilen sağlık. İstanbul: Ayrıntı

Yayınları.

Şen, S. (2011). İnfertil kadınların damgalanma deneyimleri (Yayımlanmamış yüksek

lisans tezi). Ege Üniversitesi, İzmir.

Topdemir-Koçyiğit, O. (2012). İnfertilite ve sosyo-kültürel etkileri. İnsanbil Dergisi, 1 (1),

27-38.

 

 

Yayınlanma Tarihi: 09.08.2021

Leave a Reply