Özlem Türkdoğan

Toplumsal değerler, bireyi (farkında olsun olmasın) biçimlendirme, yönlendirme ve denetleme gücüne sahiptir. Kadınlar da çoğu kez patriyarkal değerlerin onlara yüklediği anlam çerçevesi içinde kendilerini var etme imkânı bulurlar ve patriyarkanın belirlediği kalıplarla “kadın” olarak kabul edilirler.

Doğurganlık[1]  kelime anlamı olarak bir rahime sahip olan canlının “yavru meydana getirmesi” olarak tanımlanabilir. Latince fertilis kelimesinden türeyen Fransızca fertilié sözcüğü “doğurganlık, bereket” anlamına gelir. Latince’de ise “doğurgan, ürün veren” anlamına gelmektedir (Etimoloji Türkçe web sitesi, 2020). Kadın bedeninin de “doğurabilir/ürün veren” olduğu ön kabulü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin belirli biçimlerine yol açmıştır. Patriyarkal doğa/kültür ikiliğine dayanan düşünce biçiminde kadınlar, cinsellik ve doğurganlıkla doğaya bağımlı olup, hayvanlık âleminden kültür âlemine geçememişlerdir (Berktay, 1998). Böylece kadın aşağı olan doğaya, erkek üstün kültürel sınıfa yerleştirilir. Fatmagül Berktay’ın (1998) ifadesiyle: “Bu iş bölümünde erkek “ölümsüz semboller”, kadın –eh, ne yapsın- “ölümlü bedenler yaratıyor”. Yani patriyarka içinde kadının doğurgan bedeni onun insanlığının önünde bir engel iken, doğuramaması kadınlığının önünde bir engeldir.

Feminist hareket içinde 1960 ve 70’li yıllarda Millet, Friedan, Mitchell, Firestone gibi teorisyenler aileyi, anneliği, doğurganlığı eleştirmişler; kadınların bu araçlarla baskı altına alındığına dair analizler yapmışlardır.[2] Önemli farklılıklar da içeren bu analizlerde kadınların bu kurumsallaştırılmış rolleri terk etmeleri gerektiğini, doğurganlıkla ortaya çıkan anneliğin toplumsal ve kültürel bir mit olduğunu ileri sürmüşlerdir (Oakley, 1974). Firestone (1993) kadının doğurganlığını, patriyarkal ideolojinin dayandığı cinsiyete dayalı iş bölümünün sebebi olarak görmüştür. Kadınların üreme özgürlüklerini erkek egemen sistemden geri aldıklarında gerçekten özgürleşeceğini belirtmiş, tüp bebek gibi yöntemler ve teknolojik devrimle kadının doğurması “gerekliliğinin” ortadan kalkmasını savunmuştur. Firestone’nun bu görüşleri çok eleştirilmiştir; bu eleştiriler doğurganlığın oluşturduğu baskı ve ikincilleştirmenin, kadınların biyolojik yapılarından değil, erkekliğin bu biyolojik farklılığı kontrol etme, denetleme arzusundan kaynaklandığı yönündedir. Günümüz üreme teknolojilerinin geldiği noktada, döllenme ister vücut içinde ister vücut dışında gerçekleşsin, kadınlar fetüsleri taşımak zorunda olmadığı gibi, sperm ve yumurtaların “banka”lardan temini ile ya da yumurta hücresinden üretilen (yapay) sperm hücresi ile üreme söz konusudur.[3] Buna rağmen doğurganlık hâlâ kadınlar üzerinde bir kontrol alanıdır. Nitekim teknolojik gelişmelerle kadınlar bir üretim içine yerleştirilmiş, her yaşta kadını sınıfsal, ekonomik, kültürel farklıklarına rağmen aynı potada eriterek “doğurabilmenin” gerçekleşeceği vaadi artmıştır.

Kadınlar çocuk doğuramadıklarında suçlanırlar ve suçlu hissettirilirler. İnfertilite (kısırlık), bu suçlama ve tıbbileştirme politikaları ile trajediye dönüştürülmüştür. Türkiye’de yapılan araştırmalara göre infertil kadınların depresyon ve anksiyete şiddeti HIV-pozitif, kalp hastası ve kanser olan kadınlardan daha yüksektir (Kamacı, 2003; Seymenler ve Siyez, 2018). Çünkü doğur(a)mama durumunda kadınlar “kısır” (infertil) ilanıyla damgalanırlar[4] ve görünmezlik perdesi altında kalırlar. Doğur(a)mayan kadınların görünmezlikleri de politik ve sosyal bir mücadele alanıdır. Görünür bedenin norm çerçevesi güzellik, estetik, denetleme ve doğurabilme şeklinde belirlenir. Sağlık politikalarından çalışma ve iş yaşamına, hayatın birçok alanına kadar tüm düzenlemeler “anne olabilen” kadınlara göre tasarlanır. Kadınların üreme sağlığı doğurabilme durumuna göre şekillenmekte, iş yaşamına katılım annelik ile azalmaktadır.[5] Yine, tüp bebek merkezlerinin ve infertilite (kısırlık) merkezlerinin toplumsal bir “hizmet” olarak “övünçle” açılması ve hızla sayılarının artması,  kadını değil topluma çocuk vermesi “gereken” “anne”yi gören politikaların ürünüdür.[6]

Doğum kontrol programları nüfusu sınırlandırmak veya arttırmak için kadınların bedenlerini ve doğurganlıklarını farklı yollarla denetim altına alır. Diyebiliriz ki, iktidardaki siyasi ideolojilere, ekonominin ve işgücü piyasasının ihtiyaçlarına göre kadınların doğurganlığına yönelik politikalar farklılaşır. Bu kurumsallaştırılmış denetim ile kadınların çocuk doğurup doğurmama, çocuk sayısı, kürtaj gibi kararları verme özgürlüğü kısıtlanır (Bhasin, 2003). Çünkü patriyarkal sistemde esas olarak korunan erkek çıkarlarıdır.

Amacı nüfusun her açıdan denetlenmesi olan biyopolitik pratikler için anne olan –olmayı seçen veya olmaya zorlanan- kadınlar verimli bir alandır. Elbette bu siyaset etme biçimi ne yenidir ne de muhafazakar, otoriteryan yönetim biçimlerine özgüdür. Doğurganlık burada, yeniden inşa süreçlerinde araç olarak kullanılır. Türkiye’de yaklaşık 20 yıldır hükümet eden AKP iktidarı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan sıklıkla tekrarladığı cümlelerle bu inşayı “en verimli” biçimde yeniden üretmektedir. Annelik, kürtaj, doğurganlık, kadınların davranış kodları bu cümlelerde yerini bulurken, politik olarak da çeşitli yaptırımlar söz konusudur. Örneğin 2003 yılında yayımlanan bir genelge ile isteğe bağlı kürtajın, işlem ödemelerini bireylerin kendilerinin karşılaması koşuluyla yapılabileceği bildirilirken, 2007 yılında isteğe bağlı kürtaj işlemleri SGK ödeme kapsamından çıkarılmış, ancak tedavi amaçlı rahim tahliyeleri bu kapsama dâhil edilmiştir. 2008 yılında ise bugüne kadar devam eden ve Erdoğan tarafından sistematik biçimde tekrar edilen “3 çocuk talebi” ortaya çıkmıştır. Belirli aralıklarla tekrarlanan bu “talep” annelik kutsallığı, doğum kontrolünün “ihanet sayılması”, feminizm eleştirileri, dış ve iç mihrak kaynaklar ve dini söylemlerle bir arada anılmış, siyasi söyleme her alanda eşlik etmiştir. Kadınların patriyarkaya karşı mücadelelerinde söylemsel alanı kim inşa ederse etsin, kadınlar kendi güçlerini keşfedecek, bedenlerinin imkânlarının farkında olacakladır.

 

Kaynaklar

Berktay, F. (1998).  Kadın Olmak/ Yaşamak/ Yazmak. İstanbul: Pencere.

Bhasin, K. (2003). Toplumsal Cinsiyet/ Bize Yüklenen Roller (K. Ay, Çev.). İstanbul: KADAV.

Etimoloji Türkçe web sitesi (2020).

Firestone, S. (1993). Cinselliğin Diyalektiği (Y. Salman, Çev.). İstanbul: Payel.

Kamacı, S. (2003). Primer İnfertil Çiftlerde İnfertilitenin Aile Yaşamına Etkisinin İncelenmesi  (Mezuniyet Tezi). Ege Üniversitesi, İzmir.

Seymenler, S. ve Siyez, D. M. (2018). İnfertilite Psikolojik Danışmanlığı. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 10 (2), 186-197.

Oakley, A. (1974). Woman’s Work: The Housewife Past and Present. New York: Pantheon Books.

 

[1]Bu metinde ele alınan doğurganlık kavramı, ikili cinsiyet sistemi içindeki “kadın” bedeni açısından değerlendirilmiştir. Geçiş sürecinde hamile kalan trans kişiler ve “kadın” olarak görülmeyen ancak rahim taşıyan bedenlerin doğurganlığı bu tartışmada paranteze alınmıştır. Fakat doğurganlık baskısından heteroseksüel olmayan bireyler de azade değildir

[2] Bkz. Kate Millet, Sexual Politics (1970), Betty Friedan, The Feminine Mystique (1963), Juliet Mitchell, Women’s Estate (1971). Ayrıca bkz. Ann Oakley, Women’s Work: The Houesewife, Past and Present (1974), Adrienne Rich, Of Women Born: Motherhood as Experience and Institution (1976).

[3] https://t24.com.tr/haber/erkeksiz-dogum-artik-mumkun-kadinin-kemik-iliginden-sperm-uretildi,327016, (2016, 5 Şubat). T24.

[4] Erving Goffman’ın (2014) damga kavramını ödünç alacak olursak; infertilite kadınların diğer kadınlardan “ayrı” olduğunu onlara belirten bir araçtır. Toplumsal cinsiyetli çerçevede doğurgan ol(a)mayan kadınlara Goffman’ın ifadesiyle toplumun bir üyesi fakat aynı zamanda “farklı” olduğu söylenmektedir. Bu bağlamda kadınlar toplumun kendisinden beklediğini karşıla(ya)madıkları için fiziksel bir işaret taşımalarına gerek kalmadan etiketlenmektedir. Bkz. Goffman, E. (2014). Damga, Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar (Ş. Geniş, L. Ünsaldı ve S. N. Ağırnaslı, Türkçe söyleyenler). Ankara: Heretik.

[5] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33706, Erişim Tarihi: 17.05.2020.

[6] Türkiye’de üreme tedavi ve uygulamalarına dair mevzuat 2014 yılında yayımlanan Üremeye Yardımcı Tedavi Uygulamaları Ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkında Yönetmelik (ÜYTU) ile belirlenmiştir. Bu mevzuat güncellenmekte olup geçerliliğini korumaktadır.  ÜYTU’ya göre kadınların gerekli tıbbi tedavilere ulaşabilmeleri ve yararlanabilmeleri için en az 5 yıllık genel sağlık sigortalısı veya bakmakla yükümlü olunan kişi olup, 900 gün genel sağlık sigortası prim gün sayılarının bulunması ve 23 ila 49 yaş aralığında olmaları durumunda 2 tüp bebek tedavisi karşılanmaktadır. Sadece evli çiftlere yönelik olan yardımcı üreme tedavi uygulamaları için son üç yılda tedavilerden yanıt alınmadığı belgelenmelidir. Tüm şartların sağlanması yoksul kadınlar için aileden veya çevreden maddi destek ile olurken,  evli olmayan çiftlere bu haklar hiç tanınmamaktadır. Yani bu politikalar “bazı” kadınları dışarda bırakmaktadır. https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=20085&MevzuatTur=7&MevzuatTertip=5,  Erişim Tarihi: 17.06.2020

 

 

Yayınlanma Tarihi: 02.03.2021