Gökçen Beyinli

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ebe, hamilelik sürecinde, doğum ve sonrasında kadına gerekli bakım ve danışmanlığı veren, normal doğumları yaptıran, bebeğin sağlıklı gelişimi ile de ilgilenen kişidir. Bu özet tanımda bahsedilen faaliyetler, modern tıbbın yükselişi ile büyük ölçüde doktorların hakimiyet alanına girdi. Doğumun medikalleşmesi ile ebelik Türkiye’de ve dünyada itibar kaybetti ve ebeler birçok ülkede doktorların yönetimi altında çalışan sağlık çalışanlarına dönüştüler (Maryland and Rafferty, 2003). Son yıllarda artan sezaryen oranları, mesleğin güçlendirilmesi çabalarını beraberinde getirdi. Türkiye’de cumhuriyet tarihi boyunca sorunlu bir seyir izleyen ebelik eğitimi lisans seviyesine 1997-1998 öğretim yılında çıkartılmıştı. 2000’de lisansüstü eğitim başladı, 2013’te doktora programları açıldı. Bugün 72 adet lisans ebelik programı bulunuyor ve ebelik hocaları ile genç öğrenciler, mesleğin hak ettiği değeri görmesi için mücadele ediyor. Bu mücadelede, feminist bir yaklaşımla modern tıbbın, kadın bedeni üzerindeki patriyarkal denetimin, tarih yazımının, hatta bizzat modernitenin sorgulanması mühim bir rol oynuyor.

Feminist tarih yazımı ile başlarsak “ebe” kelimesi birçok dünya dilinde “bilge kadın” anlamına gelmektedir (Berktay, 1992). Ebeler tarihsel çalışmalarda uzun yıllar görünmez kaldılar, fakat artık biliyoruz ki doğumda maharetliydiler, faaliyet alanları doğum ile sınırlı değildi ve üreme alanında kısırlık tedavisi, doğum kontrolü ve kürtaj gibi konularda uzmandılar. Avrupa ve Amerika bağlamında yapılan çalışmalar ebelerin erken modern dönemde mesleki yetkinliklerinin şüphe götürmez olduğunu gösteriyor (Ulrich, 1991; Marland, 1994; Evenden, 2000). Osmanlı ve Türkiye bağlamında da ipuçlarına sahibiz. Örneğin hekim Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun 1466 tarihli Cerrâhiyetü’l-Hâniyye adlı tıp kitabındaki bir minyatürde, ebe rahim ağzı yaralarındaki iltihabın akıtılması ve tedavisi için ameliyat yapmaktadır (Renda, 1993: 218-9). Sosyal bağlamda Osmanlı’da ebeler şahit olarak mahkemelerde görev alır, tecavüz gibi vakalar için polis merkezlerinde çalışır ve bulaşıcı hastalık gibi durumlarda yerel yönetimleri bilgilendirirdi (Balsoy, 2015).

Abdülaziz Bey (2002), 1910 civarında yazdığı Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri kitabında “saray ebeleri”nin hanedan üyelerinin “iltifatlarına mazhar” olduklarını yazıyor; “kibar ebeleri”, yani üst/orta-sınıf ailelerin ebelerini ise “hemen hepsi yaşlı başlı, terbiyeli, son derece temiz ve zarif kimselerdi, (…) kazandıkları bilgi ve anılarıyla tarihe geçmiş hanımlardı” şeklinde anlatıyor. “Halk ebeleri”ne dair cumhuriyet döneminden elde ettiğimiz bilgiler, ebelerin aşçılık, hayvan doğurtmak, ölü yıkamak, kırık çıkıkçılık gibi faaliyetleri de yürüttüğünü gösteriyor (Beyinli, 2015). Yani ebeler “şifacı kadınlar” olarak aktiftiler ve bebeğin adını koyma, tuzlama veya kırklama[1] gibi manevi ritüelleri de yaparlardı. Bu manevi rolleri onlara, doğurttukları çocuklar için bir ömür boyu “benim” demelerini salık veren “ebe hakkı” verirdi ki bu hak çok zor ödenirdi. Zaten ne hamilelik ne de doğum kadınlar için salt tıbbi ve seküler deneyimlerdi, dini ritüellerin mühim rol oynadığı kutsal süreçlerdi (Beyinli Dinç, 2018; Martin ve Delaporte, 2018). Tüm bu faaliyetler sonucunda kazandıkları “ün” ve “saygınlık” birbirini destekliyor ve onları güçlendiriyor, bu sayede ebe, yaşadığı çevredeki diğer kadınlara göre ev içinde ve dışında daha özgür olabiliyor, patriyarkal yapıyı zorlayabiliyordu (Beyinli, 2015).

Bu görece özgürlükten duyulan rahatsızlık, ebelere yöneltilen, ahlaki olarak “düşük” suçlamalarının dayanaklarından biri olmalıdır. Osmanlı bağlamında, İstanbul’da 1894 ile 1899 arasında Alman gazeteleri için çalışan Bernhard Stern tıp, batıl inançlar ve cinsiyet ilişkileri hakkındaki kitabında, Reşat Ekrem Koçu da İstanbul Ansiklopedisi’nde aynı atasözünü anarlar: “Puştun sonu dedelik, orospunun sonu ebelik” (Stern, 1903: 281; Koçu, 1958: 4840). Avrupa’da da ebeler on yedinci yüzyıldan itibaren itibarsızlaştırma girişimlerine maruz kalırlar; dönemin karikatürlerinin vazgeçilmez konusudurlar ve genellikle sarhoş ve pis olarak resmedilirler. Hatta on sekizinci yüzyılda İngiltere’de, rahiplerinden iyi karakterli olduklarını gösteren özel bir belge alarak ahlaklarını kanıtlamaları gereklidir (Jordanova, 1980: 52). Bu yaklaşımın kökleri aslında ebelerin cadılıkla suçlanmasına dek uzanır ve Fransa’da on beşinci yüzyıldan, İngiltere’de ise on altıncı yüzyıldan itibaren ebeler cadılıkla suçlanmıştır (Salman, 2005: 420).

Bu süreçte kadın bedeninin incelenmesi, kadın bedeninin denetlenmesinin ve doğumun medikalleşmesinin yapı taşlarını oluşturmaktadır. On yedinci yüzyılda artık kadınlardaki pek çok hastalığın nedeni “rahim” olarak, gebelik de bir hastalık olarak görülür. “Hekimin acıma duygusu”, erkek doktorun üstünlüğünü meşrulaştırırken, “dişi güçsüzlüğü” ve ilgili temsillere inanılırlık kazandırır: “Kadın gibi zayıf ve hastalıklı bir yaratık, tıbbın yardımı olmadan işini yapmayı nasıl umabilir?” Yani, Batılı erkek bakışında doğum bir hastalık olarak sorunsallaştırılmış ve böylece kadınların bedenleri ve “bilimsel bilgiden yoksun” ebeler üzerinde tahakküm sağlanmıştır. Bu tahakkümün bir boyutunu da modern dünyada en derin yerleşmiş ikiliklerden biri, yani kadının doğa, erkeğin kültür ile ilişkilendirilmesi, kültürün doğadan sadece farklı değil, üstün de görülmesi oluşturur (Ortner, 1972). Doğa/kültür ayrımıyla ilişkili beden/akıl, duygu/mantık gibi dikotomiler, “batıl inanç ve gelenek ile aydınlanma ve ilerleme” arasındaki karşıtlığa varır ki bu karşıtlık “aydınlanmış, Batılı, erkek” doktorlara yaşlı ebeleri meslekten dışlayarak yeni bir ebe nesli yetiştirmek ve kadınları doğum ve çocuk bakımı hakkında yönetmek için meşruiyet sağlamıştır (Jordanova, 1980: 51).

Osmanlı’dan cumhuriyete geçişte de ebeler “pis, cahil, batıl” olarak marjinalleştirildiler (Akalın, 1932); kadınlar tarafından kuşaklar arasında taşınan ebelik bilgisi değersizleştirildi ve erkek doktorların gözetimi altında yeni bir neslin yetiştirilmesi hedeflendi. 1842’de ilk ebelik kurslarının açılmasıyla başlayan ebelik eğitiminin, Osmanlı’nın gerilemesinin en önemli sebeplerinden birinin nüfusun azalması olarak görüldüğü yıllara rastlaması tesadüf değildir. Çünkü ebelik bir meslek olarak annelik, doğurganlık, üreme ve kürtaj gibi kadın bedeni üzerinden sürdürülen eril tahakküm politikalarında merkezi role sahiptir.

Türkiye’de günümüzde ebeler 1928’te çıkarılan, diplomasız “yaşlı” ebelerin doğum yaptırmasını yasaklayan ve eğitimli ebeleri tıbbi hiyerarşinin en altında konumlandıran 1219 sayılı “Tababat-ı Şuabatın Tarzı İcrasına Dair Kanun”a tabi olarak çalışıyor. Avrupa veya Amerika’daki meslektaşları gibi bağımsız klinik açma imkanına sahip değiller, fakat uluslararası gelişmeleri yakından takip ediyorlar. Bu açıdan Yeni Zelanda örneği öne çıkıyor, çünkü bu ülkede benzer süreçler sonucunda 1970’lerden sonra sistemden dışlanan ebeler, ebe Dennis Bonham önderliğinde başlatılan feminist mücadele ile 1990’larda yasaları değiştirmeyi başarmışlar ve bugün doktorlardan bağımsız olarak sağlık merkezlerinde veya özel kliniklerinde çalışabiliyorlar (Korkmaz Yıldız, 2008). Türkiye’de ebelerin bağımsızlığının artması ve mesleğin itibarını yeniden kazanması, kuşkusuz tüm kadınları güçlendirecektir.

 

Kaynakça

Abdülaziz Bey (2002). Osmanlı Adet, Merasim ve Tabirleri. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Akalın, B. Ö. (1932). Doğum Tarihi. İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası.

Balsoy, G. E. (2015). Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osmanlı Doğum Politikaları. İstanbul: Can Yayınları.

Berktay, F. (1992). Sonsöz. B. Ehzenreich ve D. English (Ed.), Cadılar, Büyücüler, Hemşireler (E. Uygur, Çev.) içinde (s.73-78). İstanbul: Kavram Yayınları.

Beyinli, G. (2015). Elleri Tılsımlı: Modern Türkiye’de Ebelik. Ankara: Ayizi Kitap.

Beyinli Dinç. G. (2018). Superstition, Folk Religion and Childbirth: Highlighting the World of Informal Midwives in Modern Turkey. M. Martin ve M. Delaporte (Ed.), Sacred Inception: Reclaiming the Spirituality of Birth in the Modern World içinde (s. 41-56). Lanham: Lexington Books.

Evenden, D. (2000). The Midwives of Seventeenth-Century London. Cambridge: Cambridge University Press.

Jordanova, L. (1980). Natural Facts: A Historical Perspective on Science and Sexuality. C. MacCormack ve M. Strathern (Ed.), Nature, Culture and Gender içinde (s. 42-69). Cambirdge: Cambridge University Press.

Koçu, R. E. (1958). Ebe. İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul: Tan Matbaası.

Korkmaz Yıldız, N. (2008). Yeni Zelanda’da Ebelik. Maltepe Üniversitesi Hemşirelik Bilim ve Sanatı Dergisi, 1(2), 76-80.

Marland, H. (ed.) The Art of Midwifery: Early Modern Midwives in Europe. New York: Routledge, 1994.

Marland, H. ve Rafferty, A. M. (Ed.) (2003). Midwives, Society and Childbirth – Debates and Controversies in the Modern Period. New York: Routledge.

Ortner, S. B. (1972). Is Female to Male as Nature is to Culture? Feminist Studies 1(2), 5-31.

Renda, G. (Ed.) (1993). Çağlarboyu Anadolu’da Kadın. İstanbul: Kültür Bakanlığı.

Salman, J. M. (2005).  Cadılar. G. Duby ve M. Perrot (Ed.), Kadınların Tarihi Cilt III. İstanbul: İş Bankası Yayınları.

Stern, B. (1903). Medizin, Aberglaube und Geschlechtsleben in der Türkei. Berlin: Verlag von H. Barsdorf.

Ulrich, L. T. (1991). A Midwife’s Tale: The Life Of Martha Ballard, Based on Her Diary, 1785-1812. New York: Vintage Books.

 

[1] Anadolu’nun birçok bölgesinde yaygın olarak uygulanan, bebeğin genellikle ilk kırk gün içerisinde veya kırkıncı gününde bedeninin bazı yerlerinin tuzlu suyla ıslatılması ritüeli; inanışa göre tuzlamanın amacı, bebeğin büyüyünce bedeninin kokmasını engellemektir. Bebeğin kırkıncı gününden sonra eskiden hamamda, günümüzde ise evlerde uygulanan, bebeğin ve annesinin içine taş, ıtır vb. Maddelerin atıldığı suyla yıkanmaları ritüeli, genellikle kutlamaya dönüşür ve lohusanın yakın çevresi de davetlidir; amacı kırk gün “mezarı açık” olduğuna inanılan lohusanın, lohusalık döneminden çıkmasını kutsamaktır.

 

 

Yayınlanma Tarihi: 24.12.2021

 

Leave a Reply