İnci Solak Akman

Medeni haklar, kadın mücadelesi tarihinde eşitlik talebinin ilk dile getirildiği ve kazanımların sağlandığı alanlardandır. Özellikle kişi hakları ile aile hukuku bakımından kadınların erkeklerle eşit hukuki özne olma hakkını elde ettiği soyut kurallar, her ülkenin siyasi ve tarihsel özgül koşullarına göre içerik ve kapsam olarak birbirinden farklılaşmakla birlikte medeni kanunlarda düzenlenmiştir.

Türk Medeni Kanunu kişiler, aile, eşya ve miras hukukuna ilişkin düzenlemeler içermektedir. Bu kanundaki kadın hakları bakımından önem taşıyan özellikle aile hukukuna ilişkin temel düzenlemeler ve geçirdikleri değişikliklere değinmeden önce, çok hukukluluğa –şeri hukuk, örfi hukuk ve cemaat hukuku– dayanan[1] Osmanlı hukuk düzenindeki kodifikasyon sürecine bakmak gerekir (Çakır, 2016: 201-205). Tanzimat dönemindeki düzenlemeler kadının hukuki statüsü açısından önemli olsa da çok sınırlı kalmış, medeni hukuk alanında birlik sağlamak amacıyla hazırlanan Mecelle’de İslam hukuku kuralları kanunlaştırılırken kişi, aile ve miras hukuku kapsam dışı bırakılmıştır. 1917 Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde ise, tıpkı Mecelle’de olduğu gibi, erkeğin birden fazla kadınla evli olmasının kabulü başta olmak üzere şeri hükümlere ve kadının Osmanlı toplumundaki konumunu imleyen eşitliğe aykırı düzenlemelere yer verilmiştir.[2]

Bu kodifikasyon süreci Cumhuriyet döneminde devam etmiş, İsviçre’den alınan Medeni Kanun 1926 yılında yürürlüğe girmiştir.[3] Bu kanunla kişiler hukuku yönünden kadınla erkek arasında yasal eşitlik sağlanmış, aile hukuku açısından evlilik, boşanma ve velayet gibi konularda belli güvenceler öngörülmüşse de evlenme yaşının kadın ve erkek için farklı belirlenmesi,[4] evlenen kadının eşinin soyadını alması, aile birliğinin reisinin erkek olması ve birliği onun temsil etmesi, anlaşmazlık halinde velayet hakkının babaya verilmesi, evli kadının çalışabilmek için eşinden izin alması ve boşanma halinde mal ayrılığı rejiminin geçerli olması gibi birçok ayrımcı düzenleme getirilmiştir. Dolayısıyla kadınlara daha önce tanınmamış önemli bazı hakları sağlamakla birlikte, Kanun, dönemin Batılı devletlerinin düzenlemelerinde de yaygın olduğu üzere cinsiyet eşitsizliğine dayalı hükümler içermekteydi (Arat, 1998: 56). Bu düzenlemelerin uzun yıllar boyunca herhangi bir değişikliğe uğramadan yürürlükte kalması, hem kurucu ideolojinin kadına yüklediği roller ve liberal düşüncenin soyut hak anlayışı hem de kadın hareketinin dönüşümüyle yakından ilgilidir.

Kadının toplumsal yaşama katılımı ve elde ettiği haklar Osmanlı ile Cumhuriyet toplumları arasında önemli bir kopuşu göstermekte ve Cumhuriyet ideolojisinin tariflediği “modern kadın” rejimin simgeselleştirilmesinde ön plana çıkmaktadır (Kandiyoti, 2015: 191-192). Bu kopuş, diğer yanıyla ataerkillik temelli zihinsel ve yapısal sürekliliklerle çevrilidir (Berktay, 2003: 199-200). Kadınların siyasi haklarını elde etmek için verdiği mücadelede yaşananlarla Kadınlar Birliği’nin kapatılması, 1935 sonrasında kadın hareketinin yüzünü feminizmden çok Kemalizm’e dönmesiyle sonuçlanmıştır (Özdemir, 2016: 295-299). Medeni ve siyasal hakların elde edildiği bu dönemde kadın hareketi kazanılmış hakların savunusuna öncelik vermiş, Medeni Kanun’un gerçekte cinsler arası eşitlik statüsünü olanaksız kılması, üzerinde hemen hiç durulmayan bir konu haline gelmiştir (Tekeli, 2015: 29-30).

80’li yıllarda ikinci dalga feminist hareket(ler)in kamusal alanda toplantı ve sempozyumlarla başlayan, 1986 ve sonrasında kampanyalarla devam eden hak mücadelesi Ceza Kanunu’nun cinsiyetçi bazı hükümleriyle Medeni Kanun’un boşanma, nafaka, miras hakkına ilişkin düzenlemelerinde değişiklik yapılmasında, Anayasa Mahkemesi’nin kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan hüküm gibi ayrımcı bazı düzenlemeleri iptal etmesinde etkili olmuştur.[5] Yürürlükteki kanunların Türkiye’nin 1985’te imzaladığı Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne (CEDAW) uygun hale getirilmesi talebiyle başlatılan imza kampanyası (Kadınlar Dilekçesi) kitlesel bir eyleme dönüşmüş ve devamındaki kampanyalar (Ayata ve Candaş, 2019, 184-189) ayrımcı düzenlemelerin kamuoyunda tartışılmasına yol açmıştır (Savran, 2005: 82-88).

2000’li yıllarda feminist hareket ile kadın hareketi yasal değişiklikleri sağlamak için ortak platformlarda mücadele yürütmüş ve bu mücadele 2001 yılında Medeni Kanun, 2004 yılında Ceza Kanunu’nun değiştirilmesiyle başarıya ulaşmıştır (Özdemir, 2016: 319). 2001, 2004 ve 2010 yıllarında yapılan Anayasa değişiklikleri sürecinde de, kadın ve LGBTİ+ örgütlerinin mücadelesiyle –talepleri tam olarak karşılamasa da– anayasal normlarda değişiklik yapılmıştır. Anayasa’nın 10. ve 41. maddelerinde yapılan kadın-erkek eşitliği ve eşler arası eşitliğe ilişkin düzenlemelerle devlete bu konuda yüklenen pozitif yükümlülükler önemli kazanımlardır. 2002 yılında yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’la evlenme yaşı kadın ve erkek için 17 olmuş; kanuni mal rejimi olarak “edinilmiş mallara katılma rejimi” benimsenmiş; evlilik birliğini yönetme ve temsil, konutun seçimi, çocukların velayeti, meslek ve iş seçimi, mirasın paylaştırılması gibi pek çok konuda eşitlikçi hükümler öngörülmüştür. Kadının soyadı konusunda yıllardır sürdürülen mücadeleye rağmen yasamanın cinsiyetçi tutumu değişmemiştir. Kadının evlenmekle kocasının soyadını alacağına ilişkin düzenleme 1997 yılında değiştirilerek, bu soyadının önünde evlilik öncesi soyadını da kullanabileceği kabul edilmiş ve bu hüküm yeni Medeni Kanun’a aktarılmıştır. Bu düzenlemelere karşı Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yapılmış ancak, Mahkeme bu hükümleri eşitlik ilkesine aykırı bulmamıştır.[6]

Kadınların uzun mücadeleler sonucunda elde ettiği haklar son yıllarda ailenin korunması, dini ve ahlaki değer yargıları, gelenek, töre gerekçe gösterilerek geri alınmaya çalışılmaktadır. Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve İstanbul Sözleşmesi karşıtlığıyla başlayan, nafaka hakkının[7] kaldırılmasına dönük girişimle sürdürülen bu tutum giderek sistematikleşmektedir. Toplumsal cinsiyet eşitliği başta olmak üzere her türlü eşitlik talebinin yok sayıldığı, erilliğin yargı tarafından da sürdürülüp beslendiği günümüzde medeni haklar bakımından cinsiyet temelli ayrımcılık hukuki (Yücel, 2018: 336-347) ve fiili anlamda devam etmektedir.

 

KAYNAKÇA

Arat, Z. F. (1998). Kemalizm ve Türk Kadını. A. Berktay Hacımirzaoğlu (Ed.), 75 yılda Kadınlar ve Erkekler içinde (s. 29-50). İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Ayata, G. ve Candaş, A. (2019). Turkey. M. Afkhami, Y. Ertürk ve A. E. Mayer (Ed.), Feminist Advocacy, Family Law and Violence Against Women, International Perspectives içinde (s.178-199) London: Routledge.

Berktay, F. (2003). Tarihin Cinsiyeti. İstanbul: Metis Yayınları.

Çakır, S. (2016). Osmanlı Kadın Hareketi. İstanbul: Metis Yayınları.

Kandiyoti, D. (2015). Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar (Ş. Tekeli vd., Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

Koyuncuoğlu, T. (1998).  Medeni Kanun ve Kadın Hakları. A. Berktay Hacımirzaoğlu (Ed.), 75 yılda Kadınlar ve Erkekler içinde (s. 58-63).İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Özdemir, E. (2016). Türkiye Feminist Hareket/Örgütlenme Tarihi. F. Saygılıgil (Haz.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları içinde (s.291-323). Ankara: Dipnot Yayınları.

Savran, G. (2005). 80’li Yılların Kampanyaları ve Özel Alanın Politikası. D. Çakır (Ed.), Özgürlüğü Ararken Kadın Hareketinde Mücadele Deneyimleri içinde (s. ???). İstanbul: Amargi Yayınları.

Tekeli, Ş. (2015). 1980’ler Türkiyesi’nde Kadın Bakış Açısından Kadınlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Tekeli, Ş. (1998). Birinci ve İkinci Dalga Feminist Hareketlerin Karşılaştırılmalı İncelemesi Üzerine Bir Deneme. A. Berktay Hacımirzaoğlu (Ed.), 75 yılda Kadınlar ve Erkekler içinde (s.???). İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Yücel, Ö. (2018). Medeni Hukuk Açısından Toplumsal Cinsiyet, Şiddet ve Ayrımcılık. G. Uygur ve N. Özdemir (Ed.), Hukuk ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları içinde (s.336-347). Ankara: Seçkin Yayıncılık.

 

[1] Osmanlı kadın hareketi Türk ve Müslüman kadınların hak mücadelesinden ibaret olmamakla birlikte, özel hukuk ilişkileri cemaat kurallarına tabi olduğu ve cemaat içinde çözümlendiğinden medeni hukuk bağlamında yalnızca şeri ve örfi hukuka dayanan düzenlemelere yer verilebilmiştir.

[2] Kandiyoti, 1919 yılında yürürlükten kaldırılan bu düzenlemenin Osmanlı’da aile hukukuna yapılan ilk doğrudan müdahale olduğunu ve başarısızlığıyla dikkat çektiğini belirtmektedir (Kandiyoti, 2015: 107-108).

[3] Tekeli, Türkiye’de yıllarca baskın bir biçimde –kendisi tarafından da– savunulan kadın haklarının Atatürk tarafından “tepeden inme olarak verildiği” tezinin haksız ve yanlış olduğunu, bu Kanunun ve yurttaşlık haklarının arkasında Osmanlı (birinci dalga) kadın hareketi mücadelesinin yer aldığını ifade etmektedir (Tekeli, 1998, 345).

[4] 1938’deki Kanun değişikliğiyle evlenme yaşı kadın için 15, erkek için 17 yaşa indirilmiştir.

[5] Kronolojik bir aktarım için bkz. (Koyuncuoğlu, Tennur 1998: 59-60).

[6] 1998 ve 2011 yıllarında bu düzenlemeyi (MK m. 187) Anayasa’ya aykırı bulmayan Mahkeme, 2013 yılından itibaren verdiği bireysel başvuru kararlarında aynı düzenlemenin Anayasa, AİHS, BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile CEDAW’a aykırı olduğuna hükmetmektedir.

[7] Bu konuda bkz. Akçabay, F. C. (2019). Yoksulluk Nafakası Araştırması (Sosyo-Hukuki Bir İnceleme), Ankara. http://kadinlaricinhukuk.org/wp-content/uploads/2019/12/Yoksulluk-Nafakas%C4%B1-Raporu.pdf.

 

 

Yayınlanma Tarihi: 18.02.2021