Gülcan Ergün

Kökleri Antik Yunan’a dayanan yurttaşlık kavramı, büyük ölçüde siyasal haklar ve kamusal alanla ilişkilidir ve Antik Yunan şehir devletlerinin (polis) gelişimiyle ortaya çıkmıştır. “Siyasal bir topluluğun üyesi olma” anlamında yurttaşlık, her zaman bir içerme ve dışlama üzerine kuruludur. Dolayısıyla ortaya çıktığı andan itibaren hep sınırlı bir gruba yurttaş olma hakkı tanınmıştır. İ.Ö. 451’de Atina’da yurttaş olma ayrıcalığı, anne ve babası Atinalı olan 18 yaşından büyük erkeklere tanınmıştır. Yani Atina’da yaşayan ve çalışan yabancılar, köleler ve kadınlar Atina yurttaşlığının dışında bırakılmıştır (Üstel, 2015: 123). Roma Cumhuriyeti ve İmparatorluğu döneminde ise yurttaş olmak, eşit ve özgür bir şekilde siyasal topluluğun bir üyesi olmanın yanı sıra bir “hukuk öznesi” olmak anlamına da gelmektedir ve bu anlayış modern demokrasiye de aktarılmıştır. Roma döneminde daha geniş bir kesime yurttaşlık hakkı tanınmakla birlikte, herkes eşit ve aynı şekilde yurttaş olarak kabul edilmemiştir. Farklı yurttaşlık kategorilerine dayanan bu yaklaşım, bir yanda statü diğer yanda ise katılımı ifade eden ikili bir yurttaşlık anlayışıdır. Ortaçağ’da ise yurttaşlıktan söz edilemeyeceği savunulmakta ve bu sav Ortaçağ’da siyasal olanın yerini dinsel olana bıraktığı düşüncesine dayanmaktadır (Üstel, 2015: 124).

Bugün anladığımız anlamdaki modern yurttaşlık ise tüm dünyada kapitalizm, ulus devlet ve milliyetçiliğin ortaya çıkışıyla ilgilidir. Ulus devlette yurttaş olmak, ulusun bir üyesi olmayı gerektirir. Dolayısıyla herkesin doğuştan eşit ve evrensel birtakım haklara sahip olduğu iddiasına dayansa bile, modern dünyada da yurttaşlık bir içerme ve dışlama çerçevesinde gelişmiştir. Bu anlamda kadınlar daha geç tarihlerde ve mücadeleler sonucunda yurttaşlık haklarını alabilmiştir. Antik Yunan’daki polis ve oikos ayrımı bu dönemde de farklı şekillerde devam etmiş ve kadınların yurttaşlık durumunu belirlemiştir. Üretim ve hukuksal düzenlemelerin alanı olarak kamusal alan başından itibaren erkeklerin alanı olarak görülmüş ve kadınlar bu alandan dışlanmıştır. Kadınların yeniden üretimin alanı olan ve hukuksal düzenlemelerin dışında tutulan özel alanda kalmaları istenmiştir.

Kadınların evrensel insan ve yurttaş haklarının dışında tutulmasına karşı ilk örgütlü tepkiler 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır (Çakır, 2015: 417). Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kadınların siyasal haklarını kazanmasıyla sonuçlanan bu süreç Birinci Dalga Feminizm olarak adlandırılmaktadır (Çakır, 2015: 418). Bu döneme kadınların farklı ülkelerdeki oy hakkı mücadelesi damga vurmuştur. Amerika’da 1848’de Seneca Falls’daki bir toplantı sonrasında kadınlar, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni kadın haklarına uyarladıkları Duyarlılıklar Bildirgesi’ni yayınlamıştır. Bu bildirgede eğitim, çalışma ve oy hakkı taleplerine yer verilmiştir (Çakır, 2015: 419). İngiltere’de ise daha 1792’de Kadın Haklarının Bir Savunusu kitabını yazan Mary Wollstonecraft “kadınların kamusal alan-özel alan ayrımındaki eşitsiz konumuna” dikkat çekmiştir (Üstel, 2015: 127). İngiltere’deki mücadele Süfrajetlerin oy hakkı mücadelesi ile şekillenmiştir (Çakır, 2015: 424). Bu mücadele 1918’de “30 yaşın üzerinde, mülk sahibi ya da mülk sahibiyle evli, üniversite mezunu ya da haftada 5 pound gelir getiren bir işte çalışan kadınlara siyasal haklar”ın tanınmasıyla sonuçlanmıştır (Çakır, 2015: 425). Fransa’da erkeklere 1793’te genel oy hakkı tanınırken, kadınların siyasetle uğraşmaları yasaklanmış ve kadınlar İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden 155 yıl sonra eşit yurttaşlık haklarını kazanmıştır (Çakır, 2015: 425-426). Kadınların mücadelesi ilk karşılığını Paris Komünü’nde bulmuştur. Kadınlar Komüne “seçme ve seçilme hakları dahil olmak üzere” eşit yurttaşlar olarak kabul edilmiştir (Çakır, 2015: 428). Almanya’da ise kadın mücadelesi yükselen işçi sınıfı mücadelesiyle paralel ilerlemiştir. August Bebel ve Clara Zetkin gibi sosyalist öncüler bu dönemde kadın hakları için mücadele etmişlerdir. 1910’da toplanan 2. Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda (Kadın Enternasyonali) 8 Mart’ın Uluslararası Kadın Günü olarak kutlanmasına karar verilmiştir[1] (Çakır, 2015: 429).

Türkiye’de ise kadınlara birtakım hakların Cumhuriyet rejimi ile ‘verildiği’, ve ‘kadınların bir hak mücadelesi yürütmesine gerek kalmadığı’ yaygın resmi söylemdir. Ancak Türkiye’de kadınlar 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren diğer ülkelerdeki kadınlarla benzer meseleleri sorunsallaştırmış ve erkeklerle eşit haklar için mücadele etmiştir. Osmanlı’da kadınların sorunlarını tartışan ve 1868’de yayınlanmaya başlayan Terakki gazetesiyle başlayan süreçte pek çok kadın dergisi/gazetesi çıkarılmış, dernekler kurulmuş, konferans ve toplantılar düzenlenmiş ve eylemler yapılmıştır. Bu erken dönem kadın hareketi 1935’te Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılmasına kadar sürmüştür (Sancar, 2017: 92).

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1926’da kabul ettiği Medeni Kanun ise uzun süre kağıt üzerinde kalmıştır (Kandiyoti, 2019: 107-108). 1924’te Nezihe Muhittin öncülüğünde Medeni Kanun’a dair görüş oluşturmak için toplanan kadınlar İsveç Medeni Kanunu’nu çevirerek Meclise sunmuş, fakat kadınların bu talebi göz önüne alınmayarak “muhafazakar ve erkek aile reisi odaklı bir yasa olan İsviçre Medeni Kanunu esas alınarak bir düzenleme” yapılmıştır (Sancar, 2017: 169).

Türkiye’de kadınların siyasal haklar kazanması ise çok daha geç bir tarihte 1934’te gerçekleşmiştir. Mecliste 1924 Anayasasının oy verme ile ilgili maddesi tartışılırken, “Her Türk seçme ve seçilme hakkına sahiptir” ibaresindeki Türk tanımı içinde kadınların da olup olmadığı sorulunca “Anayasa Komisyonu başkanı Celal Nuri Bey de Türk deyince yalnız erkek anlaşılması gerektiğini” söylemiştir (Sancar, 2017: 161). Türkiye’de kadınların oy hakkı talebine karşılık sürekli kadınların yeterince ‘tekamül etmediği’ ve doğru seçim yapamayacakları cevabı verilmiştir (Sancar, 2017: 162). Kadınlar Milli Mücadele dönemi sonrasında siyasal haklar için örgütlenmiş ve farklı kadın örgütlerinin bir araya geldiği Kadınlar Şurası’nın ardından 1923’te Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulması için başvurulmuştur. Nezihe Muhittin’in başkanlığındaki partinin kurucuları arasında Latife Bekir ve Şükufe Nihal gibi isimler bulunmaktadır. Fırka kadınların sadece siyasal hakları için değil, toplumsal ve eğitim hakları için de mücadele etmeyi hedeflemiştir (Toprak, 2016: 463). Fakat Cumhuriyet’in bu ilk siyasal partisinin kurulmasına izin verilmemiştir. Bunun üzerine 1924’te yine Nezihe Muhittin’in öncülüğünde Cumhuriyet döneminde kadınların yurttaşlık hakları için en çok mücadele eden kadın örgütü olan Türk Kadınlar Birliği (TKB) kurulmuştur (Toprak, 2016: 466). Ancak kadınların seçme ve seçilme hakkını almalarının ardından  “TKB’nin kadın hakları mücadelesine artık gerek kalmadığı ileri sürülerek” kapatılmıştır (Sancar, 2017: 177). Bu tarihten sonra bir süre bağımsız kadın hareketinin engellendiği söylenebilir, ancak 1950’li yıllardan başlayarak 1960’ların sonuna kadar her seçimden önce kadınlar siyasette kadın temsilci sorununu gündeme getirmişlerdir (Sancar, 2017: 295-296).

Günümüzde Türkiye’de kadınların hala eşit yurttaşlık haklarına sahip oldukları söylenemez. Yurttaşlığın en somut göstergelerinden siyasal temsil düzeyinde, %17,4 kadın milletvekili oranı ile Türkiye 193 ülke arasında 119. sırada yer almaktadır.[2] Üstelik bu, Türkiye siyasal hayatındaki en yüksek orandır. 16 bakandan ise sadece 2’si kadındır. Üst düzey bürokraside ise kadınlar yok denecek kadar azdır.

Kandiyoti (2019:163) “kadınların modern ‘ulusluk’ kavramına dahil edilmeleri ve vatandaş olarak temsil edilmelerinin, bir biçimde erkeklerinkinden farklı bir yol” izlediğine dikkat çekmektedir. Farklı ülkelerin bağımsızlık ve uluslaşma süreçlerinde kadınların durumunun benzerliğini vurgulayan Kandiyoti (2019:110-111), demokratikleşme ve reform süreçlerinde kadınlara birtakım haklar tanındığını, fakat bütün bu siyasal iktidarların kendilerinden bağımsız gelişen kadın hareketlerini de hemen tasfiye ettiklerini belirtmektedir. Yine Kandiyoti (2019:182), kadınların ulus devletlerde tam anlamıyla yurttaş olamamalarının “kadınların cemaatlerinin sınır taşları ve toplu kimliklerinin ayrıcalıklı taşıyıcıları olarak nitelendirilmeleri” ile ilişkili olduğunu belirtmektedir.

 

Kaynakça

Çakır, S. (2015). Feminizm. B. Örs (Ed.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler içinde (s. 413-475). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kandiyoti, D. (2019). Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler (Ş. Tekeli vd., Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

Sancar, S. (2017). Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Toprak, Z. (2016). Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm (1908-1935). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Üstel, F. (2015). Vatandaşlık. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler içinde (s.123-135). İstanbul: Yordam Kitap.

Mutfak Cadıları (2011). 8 Mart Hangi Kadınların Günü. Sosyalist Feminist Kolektif. http://www.sosyalistfeministkolektif.org/feminist-politika/buelten-mutfak-cad-lar/8-mart-hangi-kadinlarin-gunu/, Erişim Tarihi: 25 Nisan 2020.

IPU (2019). Women in National Parliaments. Inter-Parliamentary Union. http://archive.ipu.org/wmn-e/classif.htm , Erişim Taihi: 31 Temmuz 2020.

 

[1] Mutfak Cadıları (2011), 8 Mart Hangi Kadınların Günü…, 25 Nisan 2020 tarihinde Sosyalist Feminist Kolektif http://www.sosyalistfeministkolektif.org/feminist-politika/buelten-mutfak-cad-lar/8-mart-hangi-kadinlarin-gunu/ adresinden alındı.

[2] Women in National Parliaments, 31 Temmuz 2020 tarihinde http://archive.ipu.org/wmn-e/classif.htm adresinden alındı.

 

 

Yayınlanma Tarihi: 24.02.2021