Damla Eroğlu

Beden politikası kavramı, ilk defa 15. yüzyıl sonlarında Fransızcada “örgütlü bir hükümet, devlet, ulus altında yaşayan tüm insanların bedeni” anlamında kullanılmıştır.[1] Kavram, politikalar ve toplumsal pratikler aracılığıyla insan bedeni üzerinde uygulanan toplumsal kontrolü, düzenlemeyi ve denetlemeyi ifade eder.  Bu kontrol, düzenleme ve denetleme; siyasal iktidarların uygulamaları, din, hukuk, tıp, aile, eğitim, medya gibi toplumsal kurumlar, üretim ilişkileri, tüketim kültürü ilişkileri ve insanlar arası yakın ve duygusal ilişki düzeyleri olmak üzere birbiri içine geçmiş farklı düzeylerde gerçekleşir.

Beden politikası denildiğinde ilk akla gelen isimlerden Foucault (2000), modern batılı toplumlarda insan türünün biyolojik özelliklerinin politikaya ve genel iktidar stratejilerine dâhil edilmesini sağlayan mekanizmaları biyo-iktidar kavramı ile açıklar. Silvia Federici (2011) Foucault’un kapitalizmin gelişme koşullarından birinin bedenin disipline edilmesi olduğu yaklaşımına katılmakla birlikte, kadın bedeni üzerindeki kontrol ve denetime yeterince değinmediği için onu eleştirir. Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini incelediği çalışmasında, 14. yüzyılda gerçekleşen büyük kıtlık ve veba salgınlarıyla azalan nüfusun ortaya çıkarttığı emek krizinin, kadınların bedeni üzerindeki denetimi arttırdığını vurgular. Özellikle doğum ve doğurganlığa ilişkin konular merkezi bir öneme sahip hale gelir. Nüfusu arttırmaya yönelik politikalar kapsamında, doğum kontrolü ve kürtaj yöntemlerini bilen ve uygulayan kadınlar cadılıkla suçlanarak öldürülür. Kadınların bedenleri üzerindeki denetim, kamusal alandan dışlanmaları ve toplumsal olarak değersizleştirilmeleriyle birlikte yürütülür. Kadın bedeni sadece yeniden üretim işlevi nedeniyle değil, aynı zamanda cinsellikleri açısından da kontrol altına alınır. Sadece kürtaj ya da ebelik bilgisine sahip kadınlar değil; evlilik dışı cinsellik yaşayanlar, fahişeler ya da zinayla suçlanan kadınlar da cadı avlarının hedefindedir.  18. yüzyılda gelişen Aydınlanmacı paradigmada ise beden ve akıl arasındaki ayrım netleşir ve kadınlar beden, erkekler ise akıl ile özdeşleştirilir. Ortaçağ Avrupası’nda kadınların ellerinden alınan kendi bedenleri konusundaki bilgi, modern paradigma sayesinde tıp bilimine devredilmiş, kadın bedeni nesnelleştirilmiştir.

Bu paradigmada biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsellik arasında zorunlu bir doğallık ilişkisine dayandırılan ikili cinsiyet sistemi, merkezi konumdadır. Kadın ve erkek üreme organlarına dayandırılarak kurulan ikili kategori (biyolojik cinsiyet), bu iki cinsiyete atfedilen bir takım görevler ve rollerle (toplumsal cinsiyet) özdeşleştirilir. Karşı cins ile cinselliğin doğallık olarak dayatıldığı bu paradigmada, cinsellik ve doğurganlık ayrılmaz bir ikili kabul edilerek (zorunlu) heteroseksüellik normu (heteronormativite) kurulur. Heteronormativiteye uygun olarak dizayn edilen toplumsal kurumlar kadın ve erkek rollerini doğal roller olarak sunarak bedeni bu rollerin cisimleşmiş formuna indirger. Dolayısıyla uygun beden normunun dışında kalan herkesi doğal olmamakla suçlar. Marjinalleştirilen ve dışlanan cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimler (LGBTİQ+) sapıklık, sapkınlık ve/veya hastalık olarak kabul edilip sosyal dışlamaya, duygusal ve fiziksel cezalandırmalara maruz bırakılırken egemen ideolojiye uygun beden politikalarıyla disipline edilmeleri hedeflenir.

19. yüzyıla gelindiğinde beden politikalarını belirleyen gelişmelerden biri ulus-devletlerin ortaya çıkması ve küresel olarak yayılmasıdır. Ulus-devlet ideolojisi beden politikalarına iki boyutta eklenir. Birincisi, Türkiye örneğinde görüldüğü gibi, Batı dışı ülkelerin modernleşme ve batılılaşmaya yönelik reformlar yoluyla kadın bedeni, yeni toplumsal düzenleme biçimlerinin bir göstereni ve sosyal değişimin bir simgesi haline getirilmiştir. Burada kadınlara anne ve makbul eş olmak üzere iki rol biçilir (Kadıoğlu, 1998). Kadınların dış görünüşü, jestleri, alışkanlıkları, davranış kodları ulus-devlet ideolojisiyle yeniden yapılandırılır. Bu nedenle erken Cumhuriyet döneminin beden politikalarında modern kadın imgesi merkezi bir yer tutar. İkincisi ise ülkelerin, siyasal sınırları içerisinde yer alan toprakları kadın bedeniyle özdeşleştirmelerinin bir sonucu olarak, sömürgeci eril tahakkümü devam ettirmeleri ve kadını, tümüyle asker doğuran/erkek üreten anne temsiline indirgemek için sembolik şiddeti yoğunlaştırmalarıdır (Najmabadi,2009).

Beden politikalarının önemli unsurlarından bir tanesi nüfus politikalarıdır. Nüfus politikaları, sadece işçi ve asker nüfusunun niceliksel takibi amacıyla değil, aynı zamanda etno-dinsel azınlık nüfuslarını kontrol etmek için de uygulanır. Osmanlı’da başlayan milliyetçi nüfus politikaları, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. 1965 yılına kadar ülke nüfusunu arttırmak hedeflenmiş, doğurganlığı teşvik eden (pronatalist) nüfus politikaları izlenmiştir. 1955-1965 yılları arasındaki on yılda, gebelik ya da uzman olmayan kişiler tarafından yapılan kürtajlar nedeniyle kadın ölümlerinin artması ve nüfusun görece artmış olmasının etkisiyle kürtaj izni tıbbi endikasyon koşulu ile tanınmıştır. Gebeliğin 10. haftasına kadar yapılabilecek isteğe bağlı kürtajın yasal olarak kabul edilmesi ise 1983 yılında gerçekleşmiştir. 2008 yılı itibariyle dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “en az 3 çocuk” açıklamasıyla geri dönen pronatalist politikalar, yasal olan isteğe bağlı kürtajın fiili olarak yasaklanmasıyla sonuçlanmıştır.

Bedenin feminist hareket tarafından politikaya dâhil edilmesi ise Batı Avrupa ve Amerika’da, 1960’ların sonunda ve İkinci Dalga Feminist Hareket içinde gerçekleşmiştir. Özel olan politiktir sloganıyla gündeme gelen beden politikaları, temel olarak kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddet, kadın bedeninin nesneleştirilmesi ve kürtaj hakkı çerçevesinde ele alınıyordu. Bir grup feminist, kavramı fiziksel güç ilişkileri ve kadına yönelik şiddet biçimleri bağlamında ele alırken; bir diğer grup ise sınıf ve emperyalizm gibi baskıcı ve sömürücü ilişkiler ve aile, tıp, eğitim gibi toplumsal kurumlar içindeki kadına yönelik şiddete odaklanıyordu (Humm, 2003). Özel olan politiktir ile birlikte bedenimiz bizimdir politikasının feministler tarafından sahiplenilmesi ise Türkiye’de 1980’li yılların sonunda gerçekleşmiştir. Bedenimiz bizimdir sloganı Türkiye’deki feminist hareket içerisinde bekâret kontrolüne, kadına yönelik şiddete, tecavüze, zorunlu heteroseksüelliğe, kadın ve kız çocuklarına cinselliğin utanç duyulacak bir şey olarak dayatılmasına karşı çıkar. Bu savunmacı pozisyon, kadın bedeni ve cinselliğinin özgürleşmesini başlıca hedef haline getirmektedir. “Beden politikası açısından bakıldığında, bugüne kadar Türkiyeli feministler olarak genellikle, belki de kaçınılmaz olarak savunmacı bir çizgiyi sürdürdük (…) Namus, cinsellik, bekaret konusunda yazdıklarımızın ve sloganlarımızın bir bölümünün ise, bu savunmacı çizginin ötesine geçip, kadınların cinselliklerini özgürce yaşayabilmelerinin önünü açan sözler olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, lezbiyen, travesti ve transseksüel feministler dışında, bu paradigmanın kendisini sorgulayan ve kadın cinselliğini bir ölçüde yeniden tanımlayan bir çizgiyi yakalayabildiğimiz pek söylenemez” (Acar Savran, 2009). Günümüzde bu savunmacı pozisyonu Türkiye’deki kadın hareketlerinin koruduğunu; feminist hareketin ise LGBTİQ+ hareketiyle kimi zaman gerilimli olan ilişkisine rağmen, kadın bedeni ve cinselliğine yönelik özgürleştirici politikalar üzerine ortaklaşma çabası içinde olduğunu söylemek mümkün. Türkiyeli feminist hareketin beden politikasına ilişkin tartışmalarından biri ise 2019 yılında başlayan TERF (Trans-Exclusionary Radical Feminist) tartışmalarıdır.

Patriyarka, tarihte geleneksel ve modern biçimleriyle farklı iktidar tekniklerinin egemenlik ve tahakküm stratejileriyle birlikte geliştiği için beden politikalarının katmanlı bir yapısı vardır. Bu katmanlılık hali, sadece tahakkümün uygulanması açısından değil; aynı zamanda iktidara uyum sağlama ve ona direnme mekanizmalarını da içermesinden kaynaklanır. Bu bağlamda,  beden politikaları açısından, kadın hareketleri, feminist hareketler ile LGBTİQ+ hareketlerine ek olarak, sakatlık çalışmaları, beden olumlama ve post-hümanizm gibi benzeri başlıklar diğer tartışma alanları olarak kabul edilebilir.

 

Kaynakça

Acar Savran, G. (2009). Hâlâ ve Yeniden: Bedenimiz Bizimdir! Feminist Politika, 4, 17-19.

Federici, S. (2011). Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim (Ö. Karakaş, Çev.). İstanbul: Otonom Yayınları.

Foucault, M. (2000) Hapishanenin Doğuşu (M. A. Kılıçbay, Çev.). Ankara: İmge Kitabevi.

Humm, M. (2003). Body Politics. The Dictionary of Feminist Theory içinde (s. 27). Edinburgh: Edinburgh University Press.

Kadıoğlu, A. (1998). Cinselliğin İnkarı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi Olarak Türk Kadınları. Kolektif (Der.), 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler içinde (s. 89-101). İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.

Najmabadi, A. (2009). Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek ve Korumak. A. G. Altınay (Der.), Vatan Millet Kadınlar içinde (s.129-167). İstanbul: İletişim Yayınları.

 

[1] Etymonline (2020) “body”, Online Etymology Dictionary. https://www.etymonline.com/search?q=body+politic [Erişim tarihi: 30. 06.2020]

 

 

Yayınlanma Tarihi: 30.03.2021

 

Leave a Reply