“Namus cinayeti” kavramı, “şeref, iffet, haysiyet zedelenmesi” gibi gerekçelerle, özellikle dar ve geniş anlamda aile içinden erkekler tarafından kadınların öldürülmesine işaret eder. Bu ataerki kaynaklı olgunun modern toplumlarda hukuk tarafından nasıl ele alındığı, nasıl yaptırıma bağlandığı, devletin eşit yurttaşlık anlayışını ne oranda hayata geçirebildiğiyle yakından ilişkilidir. Devletler “namus cinayeti” konusunda ya ataerkil önyargılara dayanarak ve bu olguyu olumlayarak ya da toplumsal cinsiyet eşitliğini somutlaştırıp kadınların yaşam hakkını merkeze alarak hukuki düzenlemeler yapabilirler. Hukukun toplumsal düzeni sağlama, sürdürme ve toplumu modernleştirme işlevinin gerçekleşmesi, bu türden ataerkil pratiklere yaklaşımında somutlaşmaktadır. Bu nedenle de namus cinayetinin hukuk tarafından ne oranda toplumsal önyargılardan arındırılarak, hak ekseninde ele alındığı, ne oranda kadına yönelik toplumsal önyargıların hukukta daha da pekiştirildiği büyük önem taşımaktadır.
Modern devletlerde, hem toplumdaki mevcut sorunları çözmek için uyuşmazlık normları konur, hem de belli bir amacı gerçekleştirmek için toplumun henüz sorun olarak görmediği, kanıksadığı ya da tartışmadığı konular hukuk normları aracılığıyla kavramsallaştırılarak toplumun hukuk bilinci şekillendirilir. Böylece hukuk düzeninin rasyonel çerçevesi çizilir. Bu ikili amacın Türkiye açısından en güzel örneğini 1926 yılında yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu oluşturur. 20. yüzyılın başında yeni kurulan ve İslam’ın günlük hayatı şekillendirdiği bir toplumda devlet, toplumun önüne geçerek hukuk düzenini şekillendirmiştir. Bugünden bakıldığında birçok maddesinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini içinde barındıran ilk Medeni Kanun, İslam’a rağmen tek-eşliliği ve eşit miras hakkını norm haline getirmesi nedeniyle dahi hukukun temel tercihleriyle toplumun şekillendirilmesinin iyi bir örneğini teşkil eder. Yine 1926’da yürürlüğe giren ve 1 Haziran 2005’te 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK) yürürlüğe girinceye kadar uygulanan Cumhuriyet’in ilk ceza kanunu (765 sayılı Kanun) ise hem cinsel dokunulmazlığa, hem de devlete karşı işlenen suçları düzenlemesi bakımından, ataerkil ve otoriter bir devlet anlayışının simgesi olmuştur. Bu kanunda örneğin, kadınların cinsel dokunulmazlığına yönelik suçlar “kişi aleyhine” suçlar bölümünde değil, “adabı umumiye ve nizamı aile aleyhinde cürümler” başlığı altında ele alınmaktaydı.
Halen yürürlükte olan TCK’nin hazırlık aşamasında, özellikle 1990’lı yılların sonlarından itibaren kamuoyunda daha görünür hale gelen “namus cinayeti” başlığı altında işlenen kadın cinayetleri, kadın örgütlerinin oluşturduğu platformlar aracılığıyla yasa yapım sürecinde özel bir yer edinebilmiştir.[1] Buradaki ataerkil gerekçeler, hukukun kadın cinayetlerine yaklaşımında da etkili olmaktadır. Ancak her kanunda olduğu gibi, yasa koyucunun baştan ortaya koyması gereken temel siyasal tercih yapılmadığı (ya da kadınlar aleyhine yapıldığı) ve kadın cinayetleri yasama sürecinde “namus” gibi yanlış kavramlarla tartışıldığı için, kadın örgütleri hedeflerine çok sınırlı şekilde ulaşılabilmiştir. Her ne kadar yeni TCK’de cinsel dokunulmazlığa karşı suçların mağduru toplum ve aile olmaktan çıkarılmışsa da, namus/töre kavramı ile haksız tahrik kavramları bu suçlara verilen cezalardaki belirleyici rolünü kaybetmiş değildir. Bu nedenle de “namus cinayeti” kavramının hukukta halen toplumsal önyargılar ışığında ve faillere ceza indiriminde bir haklı sebep olarak ele alındığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sorun ilk olarak, “namus cinayeti” kavramının tanımının yapılmamasında ve farklı toplumsal aktörlerin kendi ahlâki değerleri/politik tercihleri ve toplumsal önyargıları ışığında bir çerçeve çizmeye çalışmasında yatmaktadır. Hukuki normların temelini oluşturan kavram ve onunla ilişkili bütün diğer normlar tutarlı bir bütün oluşturmadığında ise normun uygulanması, ulaşılmak istenen amaçtan çok uzağa düşmektedir. Sartre’ın “adını koyduğumuz kavramlar davranışlarımızı belirler” sözü, namus cinayetleri söz konusu olduğunda özellikle kritik bir duruma işaret etmektedir.
Yasama sürecinde hem “namus”, hem de “töre” cinayetlerinden bahsedilmiş olmasına rağmen TCK madde 82/1 (k) bendinde kasten öldürme suçunun nitelikli hali olarak sadece “töre saikiyle” öldürme düzenlenmiş ve ceza olarak da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörülmüştür. Burada önemle vurgulanması gereken nokta, namus ve töre kavramlarıyla aynı şeyin kastedilmediği, yani bilinçli bir şekilde biri diğerinin yerine geçer şekilde kullanılmadığıdır. Özellikle TCK madde 29’da düzenlenen “haksız tahrik” maddesinin, uygulamada bu kavram farklılığına dayanarak failler lehine kullanıldığını belirtmek gerekir.
Yasama sürecindeki tartışmalardan Meclis çoğunluğunun konuya yaklaşımı şu şekilde özetlenebilir: Namus/töre cinayeti daha çok yakın akrabalar arasında işlenen ve kadına yönelik bir şiddet türüdür. Ama TCK madde 29’da yeniden düzenlenen “haksız tahrik” hükümlerinin bu nitelikli cinayet davalarında uygulanmasına da bir engel yoktur. Yani mahkemeler öldürme suçunun hem nitelikli hali olan töre cinayetini esas alacak, hem de haksız tahrik hükümlerini uygulayabilecektir. Oysa ceza hukukunda haksız tahrik koşullarının gerçekleşmesi için “haksız bir fiilin” meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işlenmiş olması gerekmektedir. Burada vurgulanması gereken en önemli husus, “haksız fiilin” ceza hukuku anlamında bir haksız fiil olması gerektiği, medeni hukuk alanında örneğin boşanma sebebi oluşturan ya da tazminat sorumluluğu doğuran bir haksız fiilin TCK 29’da düzenlenen ceza indirimi sebebi olan haksız fiil olarak anlaşılamayacağıdır. Yani eşler arasındaki aldatma, Medeni Kanun çerçevesinde bir boşanma sebebi olabilir, ama öldürme suçunda haksız tahrik indiriminden yararlanmak için varlığı zorunlu olan bir haksız fiil değildir.
Meclis görüşmeleri sırasında haksız tahrik ve töre saikiyle öldürmeyi düzenleyen madde arasındaki ilişkinin, kadınların hayatlarını kendi istek ve tercihleri doğrultusunda yaşama hakkını dikkate almayan, kadınların cinsel özgürlüklerinin toplumda var olduğu varsayılan ama tanımlayan bir namus anlayışı çerçevesinde kavrayıp daraltan bir biçimde kurulduğu gözlemlenmektedir. TCK madde 29’un gerekçesinde, “bir suçun mağduruna” yönelik olarak gerçekleştirilen fiillerin varlığı halinde failin bu maddeden yararlanamayacağı vurgulanmaktadır. Gerekçede verilen örnek ise, cinsel saldırıya maruz kalmış bir kadının babası ya da erkek kardeşi tarafından öldürülmesinde haksız fiil cinsel saldırının failine yönelmediğinden indirimin uygulanamayacak oluşudur.
Bu gerekçede zımnen söylenen şey, faili hiddetlendirecek bir eylemde bulunan, ama ceza hukuku anlamında bir haksız fiil oluşturmayan her türden yaşam tercihinin, haksız tahrik indirimine konu edilebileceğidir. Yani kadının yaşam hakkı ancak bir cinsel saldırının mağduruysa yasa tarafından korunur; cinsellikte ve yaşam biçiminde kendi iradesine sahip çıkan kadınların baba veya koca tarafından öldürülmeleri ise, hukukun ataerkil yapısı nedeniyle haksız tahrik indirimi yapılarak “hoş görülür”. Yeni kanun öncesi ve sonrasındaki Yargıtay kararlarına bakıldığında,[2] namus/iffet/töre kavramının hep fail lehine bir yorum aracı olarak kullanıldığı ve özellikle kadınların fail tarafından onaylanmayan her türden davranışının neredeyse istisnasız bir şekilde namus/iffet/töre kavramları altında ele alınıp haksız tahrik teşkil ettiğinin kabul edildiği görülmektedir.
Oysa CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi’nin tarafı olan her devlet, reşit bireylerin cinsel tercihlerini herhangi bir tehdit altında kalmadan ve toplumsal önyargılar nedeniyle hukuki koruma alanının dışına çıkartılmadan yaşamasına olanak verecek şekilde normatif düzenlemeler yapmak ve bu normların uygulanmasını güvence altına almak zorundadır. İstanbul Sözleşmesi’nde kadına karşı şiddet, hem kamusal hem de özel yaşamı kapsayacak şekilde kadınlara yönelik fiziksel, cinsel vb. toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemlerini kapsayacak şekilde tanımlanmıştır. Ayrıca taraf devletler 42. maddeyle sözde “namus” adına işlenen suçlar bakımından bu gerekçenin ceza davalarında öne sürülmesinin engellenmesini sağlamak üzere gerekli yasal ve diğer tedbirleri almakla yükümlü kılınmıştır. Bunun da ötesinde İstanbul Sözleşmesi devletlerin “etkili, kapsamlı ve birbiriyle koordineli” bütüncül politikalar geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
CEDAW’ı tamamlayıcı bir işlevi olan ve tematik olarak daha özel nitelik taşıyan İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmakla Türkiye Cumhuriyeti devleti, başta bütün kademedeki yargı mensupları olmak üzere kamusal karar mekanizmalarında görev alan herkesin toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi çerçevesinde kanunları yorumlamasını ve uygulamasını sağlamak zorundadır. Toplumdaki yerleşik ataerkil kültür ve ahlâk anlayışı, kadınların yaşam tercihlerinin şekillendirilmesi ve sınırlandırılmasında gerekçe olarak kullanılamaz ve bu doğrultuda ceza hukukundaki haksız tahrik indirimi, kadınların yaşam tercihlerinin kabul edilmemesinden doğan öfke ve hiddetten kaynaklanan şiddet fiilleri için uygulanamaz. Sonuç olarak, TCK 82’deki “töre” saiki, namus gerekçesiyle işlenen her öldürme fiilinin ağırlaştırıcı nedeni olarak ve haksız tahrik indirimi uygulanmadan kadınlara yönelik şiddet suçları cezalandırılmalıdır.
KAYNAKÇA
[1] Ayrıca bkz. TBMM “Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Araştırma Komisyonu” kurulması hakkında karar, RG: 26.05.2006 (No: 25826) ve Komisyonun Raporu, 22. Dönem, Yasama Yılı: 4, Sıra Sayısı: 1140.
[2] 1975-2003 arasındaki Yargıtay kararlarının analizi için bkz. Göztepe, E. (2005). “Namus Cinayetlerinin” Hukuki Boyutu: Yeni Türk Ceza Kanunu’nun Bir Değerlendirmesi. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 59, 29-48; 2005-2015 arasında yeni TCK hükümlerinin uygulamasının değerlendirmesi için bkz. Doğan, R. (2016). Yargıtay Kararlarında Töre Saikiyle Öldürme Suçu. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 126, 123-166.
Yayınlanma Tarihi: 07.05.2021