Gülnur Elçik

Feminist perspektifler açısından güçlenmenin birkaç boyutu bulunuyor. Birincisi toplumsal, sosyal ve ekonomik kaynaklara erişebilir hale gelmek, ikincisi stratejik zamanlarda stratejik kararlar verebilmek, üçüncüsü otoriter güç kaynaklarından (koca/baba, aile, devlet, sermaye) bağımsızlaşabilmek. Buradaki vurgu, önemli olmakla birlikte daha çok bireysel güçlenme ile sınırlı kalıyor. Bunun karşısında ise sorunları sadece yapısal kökenleri ile öne çıkaran, bu nedenle yapısal ve uzun erimli dönüşümler haricindeki adımları liberal oyalanmalar olarak eleştiren bir başka perspektif duruyor. Oysa güçlenmeyi bireysel, örgütsel ve toplumsal güçlenme olarak düşünmek gerekiyor. Yani feminizmin öznelerinin de hata yapabileceğini ya da doğru adımlar atabileceğini kabul ederek başlamak feminizmin güçlenme stratejisi açısından önem taşıyor.

Pandemi dönemi, feministler açısından güçlenme perspektifine de önemli bir katkı sağladı. Bakım Manifestosu (2020), bakım temelli bir topluma gidişin, karşılıklı bağımlılığı tanımakla başlayacağını söyledi. O halde feminizm açısından otoriter güç kaynaklarından bağımsızlaşırken toplumun diğer üyeleriyle güçsüzlüklerimiz üzerinden paylaştığımız bağı tanıyarak güçlenebilmenin önemli olduğunu söyleyebiliriz. Burada güçlenme, tek tek bağımsız bireylerin olduğu bir toplum yerine, karşılıklı bağımlılığın bir güçsüzlük olarak algılanmayacağı bir toplumsal dönüşümü hedefler. Eleştirisi “eşitsiz bağımlılık” üzerinedir. Bu bir romantik ilişki, bir arkadaşlık ilişkisi, kan bağına dayanan aileler, örgütlenmeler, komşuluklar, vatandaşlar, göçmenler ve en nihayetinde ekolojinin parçası olarak sürdürdüğümüz ilişkiler açısından önemli. Güçlenme sürgit bir ilerleme değil, inişli çıkışlı bir süreç; düştüğümüzde yalnız olmayacağımız toplumsal, örgütsel, romantik vs. koşulları mümkün hale getirmek. Kritik olan mesele ise bağımlılığı, temelde bir sömürü sorunu olarak ele almak. Ancak böyle olduğunda çözümün ekonomik olmaktan önce politik olduğunu da görebilir hale geliyoruz.

Bir diğer önemli nokta, güçlenmenin iyileşme ile aynı şey olmaması. İyileşme güçlenmenin bir aşaması olabilir, fakat güçlenme kadınların ve LGBTQ+ların hayatlarını belirleyen cinsiyetçi rollerde dönüşüm gerektirir. Bir kreş hizmeti kadının üzerindeki fiziksel bakım yükünü azaltırken; anne, çocuk hastalandığında ilk aranan, kreşle ilgili teknik ve maddi sorumlulukları yüklenmeye devam eden kişi olabilir. Öte yandan, iyileşme kimi zaman güçlenme ile çelişebilir de. Örneğin kayyumların kadınlarla ilgili kimi çalışmalarına, kadınların hayatlarında bir iyileşme sağlayacağı umuduyla bazı kadın hakları savunucularından da sunulan destekleri düşünelim. Oysa, nihai olarak o coğrafyadaki kadınların seçmen olarak iradesini yok sayan, kadınlar ve LGBTQ+ları sistematik olarak güçsüzleştiren bir politika, tam olarak bu nedenle, kimi koşulların iyileştirilmesi yoluna da gidebilir.

Güçlenmenin eşitlik ve özgürlükle ilişkisi de feminizm açısından belirleyici. Özgürlüğün, neoliberal bir çerçevede, çoğunlukla, hiçbir sorumluluğun alınmadığı bir serbestlik hali olarak anlaşıldığına kuşku yok. “Ne istediğini bilme”, “sadece istediğini yapma” söyleminden aşina olduğumuz bu yaklaşım, özellikle cinsiyetçi bir rejimin kadınların ve LGBTQ+ların istediklerini gerçekleştirebilme koşullarının ortadan kaldırılması olduğu düşünüldüğünde, öz-güçlenme açısından önemli. Ancak “bireyin” istediği şeyin –toplumsal cinsiyetçi vs. normları güçlendirmeyeceği durumlarda- başkaları açısından oluşabilecek olumsuz sonuçlara ve başkaları için bir şey yapabilmenin de mutluluk getirebileceği fikrine yabancılaşması, toplumsal güçsüzleşmenin en önemli sebeplerinden biri. Bu, yoldaşlar arasındaki ilişkilerin güçlenmesinin, örgütlerin örgütsel olarak güçlenmesinin de önündeki başat engellerden. O zaman burada, daha önce bakım perspektifi özelinde yürüttüğüm tartışmaya dönerek başka bir not düşelim: Güçlenme için, bir dönem Sosyalist Feminist Kolektif’in kampanyaya dönüştürdüğü gibi “erkeklerden, aileden, devletten”, yani iktidar odaklarından bağımsızlaşmak önemli. Fakat güçlenmenin diğer bir önemli unsuru, bir şeyler yapabilir duruma gelmektir; bu, güçlenmeyi (radikal) özgürleşme ile bağlayan damardır. Burada da Spinoza’yı çağıralım. Spinoza özgürleşmeyi nedensellikle bağlantılandırıyor; yani kişi, duygulanımlarının ve eylemlerinin değil, bunları ortaya çıkaran nedenlerin farkında olduğunda özgürlük ile bağ kurabiliyor. Cinsel Şiddetle Mücadele Platformu’nun kuruluş yıllarını hatırlayalım. Platform’da buluşan kadınlar, cinsiyetçi toplumda neredeyse sabit, dönüştürülemeyecek bir güçsüzlük hali olarak okunan cinsel şiddete maruz kalma durumunu, eylemin nedeninin feminist değerlendirmesini yaparak kendi güçlenme hikayelerinin gerisine attı. Sonuç olarak özgürlük ve güçlenme ile ilgili değerlendirmede özgürleşmeye üç koldan açılıyoruz: iktidar odaklarından bağımsızlaşabilme, karşılıklı bağımlılığı tanıyabilme, eyleyebilme kudretinin artması (ve bunun gereği olarak duygu ve davranışların nedenini anlayabilme).

Güçlenme ve eşitlik arasındaki ilişkiye baktığımızda ise eşitliği, özgürlüğü yaymanın/demokratikleştirmenin bir yolu olarak alıyoruz. Eşitlik, özgürlük perspektifi olmaksızın tutucu bir noktaya savruluyor. Eşitlik, özgürlük sayesinde güçleniyor; eşitlik sayesinde ise özgürlük liberal bir feminizme mesafeleniyor. O zaman burada güçlenmenin, ancak feminist siyasetin demokrasi mücadelesinin bir parçası olabilmesiyle bütün kadınlar ve LGBTQ+lar için erişilebilir hale geleceğini anlıyoruz. Eşitliğin özgürlükle ilişkisi bizi kolektiflik ve toplumsallığa götürüyor. Kuçuradi, Nilüfer Kütüphane söyleşisinde kimi duyguların bir yaşantı olduğunu açıklarken önemli bir örnek veriyor: Ben çok güvenilir biri olabilirim ama kimsenin kimseye güvenmediği, herkesin her şeyden kuşku duyduğu bir toplumda benim güvenilir olmam kendi ilişkilerimde bile “güven yaşantısı”nın ortaya çıkmasını mümkün kılmaz.[1] Bu yorumu kadın ve LGBTQ+ların güçlenmesi olarak okuduğumuzda, benim Gül, Murat, Rüya olarak güçlenmem hayatımın belli noktalarında bu gücümü açığa çıkarmamı mümkün kılabilir; ancak bu güçlenme, parçası olduğum grubun grup olarak güçlenmesi ile bağlanmadıkça, grupların kendi içinde güç eşitsizliği derin oldukça, ben hayatın diğer bir çok alanını Gül, Murat, Rüya değil; kadın, ibne, trans olarak deneyimlemek zorunda kalırım. Yine burada feminist güçlenme, demokratikleşme mücadelesinin parçası olarak anlam kazanıyor.

Bugün kolektif olarak güçlenmenin önündeki en önemli engellerden biri kültürelleşmiş bir eşitlik algısının hakim olması. Uzun bir zamandır eşitlik, sadece kimlikler ve kültürlerin dahil edilebilmesine dayanan bir olgu olarak görülüyor. Farklı kimlikler meselesine gelindiğinde kapitalist ve patriyarkal formların dışında düşünebilen ve eyleyebilenlerin, mesele çalışma, emek, birlikte üretme konularına geldiğinde bireyci ve sadece kendi önceliklerine odaklanan bir şirket çalışanına döndüğü durumların oldukça yaygınlaştığını görüyoruz. Feminist ve queer perspektiften emek, herkesin kendi bahçesinde çalışır gibi çalışmak istediği, fakat bu durumun kolektif koşullarını oluşturmak için emek vermediği bir kapitalist varoluş biçimine denk düşmeye başladı. Tekraren, sınıf ve emek konusunda eksik kalan her güçlenme iddiası, bencil bir tutumu, bireyci bir perspektifi, kısaca kapitalizmin çalışma anlayışını bireysel değerler anlamında yeniden üreten bir yaklaşımla sonuçlanıyor.

Feminist kolektif güçlenme açısından önem taşıyan diğer bir nokta, feminizm içi hiyerarşi ele alınırken, sadece feminizm dışı hiyerarşi kaynaklarına odaklanılmaması gerektiğini akılda tutmak. Hatta, feminizm dışındaki hiyerarşi kaynaklarına alternatif kimlik ve pozisyonların bizzat kendisinin, feminist ve queer alanların kutsalları haline gelebileceğinin hesaba katılması önemli. Queer olmanın daha politik (daha feminist) bir pozisyon olarak görülmesi, sosyalist olmanın daha radikal iması taşıması ya da soru sormanın ve açıklama beklemenin kendisinin hiyerarşik olarak algılanması, bilgi ve deneyim sahibi olmanın kişinin kendisini nasıl ortaya koyduğundan bağımsız biçimde hiyerarşik olarak görülmesi… Bunların hepsi feminizmin bir ideoloji olarak güçlenmesini, feminist ve LGBTQ+ mücadele içindeki yoldaşlar arasındaki ilişkilerin güçlenmesini sekteye uğratıyor.

O halde burada, özellikle post-faşist bir rejimin hükmü altında, sağ popülizmin bir yöntem olarak farklı alanlara sirayet ettiği bir ortamda özgür konuşma olanaklarının korunmasının, öz-güçlenmenin, örgütsel güçlenmenin ve toplumsal güçlenmenin gereklerinden biri olarak daha da öne çıktığını söyleyebiliriz.

 

Kaynakça

Bakım Kolektifi (2020). Bakım Manifestosu (G. A. Savran, Çev.). Ankara: Dipnot Yayınları.

[1] Nilüfer Kütüphane Tematik Buluşmalar: İonna Kuçuradi, 18.01.2022, https://www.youtube.com/watch?v=C4ZoutuoGmI&t=266s

 

 

Yayınlanma Tarihi: 29.04.2022

Leave a Reply