Mehtap Öztürk

İtiraz edilemeyecek bir feminist edebiyat tanımı yapmak mümkün olmasa da edebiyat metinlerinde kadınlık durumlarına yer veren, bu durumları açığa çıkaran, sabitlikleri sarsan veyahut ihlal eden metinleri bu çerçevede ele alabiliriz. Metnin yazarının kadın olması, kendini feminist olarak tanımlayıp tanımlamaması, okurunun kadın olması gibi kıstaslardan ziyade erkek egemen söylemin ve dolayısıyla dilin sınırlarını zorlayarak var edilen metinleri bir feminist edebiyat başlığı altında değerlendirmek daha olasıdır. Bununla birlikte birçok feminizm olduğu gibi farklı feminist edebiyat biçimlerinin olduğunu unutmamak gerekir.

Feminist bir edebiyattan bahsedebilmek, yöntem olarak feminist edebiyat eleştirisinin ortaya çıkışı ve kuramsal olarak tartışılabilir oluşu ile mümkün olmuştur. Feminist eleştiri ile feminist edebiyat eleştirisi arasında keskin bir ayrım olmadığını, ancak özdeş de sayılamayacaklarını kabul ederek, feminist edebiyat eleştirisinin dikkatini ideolojilerin ve uygulamaların edebi metinleri nasıl şekillendirdiklerine yönelttiğini söyleyebiliriz (Humm, 2002: 11).

Feminist edebiyat eleştirisi 1960’larda toplumsal cinsiyet tartışmalarının artmasıyla birlikte kadınların toplumsal ve siyasal alandaki görünürlüklerini edebiyat alanında da sorgulamaya başlamaları sonucu ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Edebiyat alanında da diğer alanlarda olduğu gibi ataerkil yapının hâkim olduğunu söyleyen ve bunu ortaya çıkarmaya çalışan feminist edebiyat eleştirisi Marksizm, psikanaliz, yazara dönük eleştiri, okura dönük eleştiri gibi farklı yaklaşımlar benimsemiştir. Özellikle ABD, Fransa ve İngiltere’de bu alana yönelik çalışmalar feminist edebiyat eleştirisinin kuramsal olarak tartışılmasına ve bir yöntem olarak ilerlemesine olanak sağlamıştır (Moran, 1999: 249-250).

Edebiyatı ve edebi eleştiri alanını patriarkal kavramlardan kurtarmak için çalışan feminist edebiyat eleştirisinin gelişiminde iki önemli figürden bahsetmek gerekir. Bunlar Virginia Woolf ve Simone de Beauvoir’dır. Yazar olarak kadınların kendilerine has bir edebiyatı var mıdır, varsa bunun koşulları nelerdir gibi saiklerle yazara dönük feminist eleştirinin ilk modern örneğini veren Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da (1929) kurmaca yazacak kadınlara, “para ve kendilerine ait bir oda” (2015: 6) mecburiyetini bildirir. Woolf bu metninde iki önemli noktaya işaret eder: Biri kadının toplumsal gerçekliğinin de erkeklerin toplumsal gerçekliği gibi cinsiyet tarafından biçimlendirilmiş olduğudur. Dolayısıyla kadın yaşantısının edebi biçem içindeki tasviri de cinsiyetlendirilmiştir.  Diğeri ise gerçek bir kadın yaratılışından gelen özellikler ile betimlenen kadın tasvirlerinin, edebiyatta ataerkilliğin geleneksel sembolik düzenini ve ataerkil dil sistemini bozabilecek oluşudur (Humm, 2015: 18-19).

İkinci dalga feminist eleştirinin mimarı olarak kabul edilen Beauvoir, toplumda sahici varlık olarak kabul edilen erkek öznenin karşısında öteki varlık olarak kadının ikincil kabul edilmesinin nedenlerini biyoloji, ruh çözümlemesi ve tarihsel maddeciliğin yöntemleri ile tartıştığı İkinci Cinsiyet (1949) metniyle kadın hareketinde olduğu kadar düşünce tarihinde de sarsıcı bir yere sahiptir (Uygun-Aytemiz, 2016: 58). Erkeklerin yazdığı metinlere kadın okur gözüyle bakarak buradaki cinsel ideolojinin feminist eleştirisini yapmak olarak özetleyebileceğimiz okur olarak kadına yönelik eleştirinin ilk örneği kabul edilen İkinci Cinsiyet’te Beauvoir, kadının öteki olarak görünüşünü açıklamak için edebiyat alanında önemli yer tutan Stendhal, D. H. Lawrence, Montherlant, Clodel, Breton gibi erkek yazarların metinlerinde kadının konumunu incelemiş ve kadının dışlandığını, marjinal konuma itildiğini göstermiştir (Moran,1999:251).

Cinsel Politika’dan bir süre sonra kadın yazarların ayrı bir geleneği olduğu temeline dayanan ve bu anlamda analizler ve eleştiriler içeren metinler yazılmıştır. Bu metinlerle birlikte feminist bir edebiyat geleneği başlamıştır diyebiliriz. Bunların önde gelenleri şöyle sıralanabilir: Janet Kaplan, Feminine Consciousness in the British Modern Novel (1975); Ellen Moers, Literary Women (1976); Elaine Showalter, A Literature of Their Own (1977); Gilbert ve Gubar, Tavan arasındaki Deli Kadın (1979) (Moran, 1999: 255).

Kadınlara ait bağımsız bir söylem oluşturmayı amaçlayan feminist dilbilim teorisyenleri Luce Irigaray, Julia Kristeva ve Helene Cixous ise dil ve cinsiyet ilişkisini dikkate alarak écriture féminine (dişil yazın) kavramı tartışmaya açmışlardır. Freud-Lacan hattında ilerleyen Fransız postyapısalcı ekolden olduklarını söyleyebileceğimiz bu teorisyenler, feminist edebiyat eleştirisine bir yöntem olarak, çok zengin bir bakış açısı ve kavramsal çerçeve eklemişlerdir.  1970’lerde Fransa’da öncülüğünü Cixous, Irigaray ve Kristeva’nın yaptığı feminist yazar ve düşünürlerin rehberliğinde bir kadın edebiyatı oluşmuştur. Amacı da, geleneksel temsil biçimlerini sorgulamak, genellikle kadın sesini sessizliğe gömmeye meyilli erkek egemen sembolik düzeni sarsmak olmuştur.

Feminist eleştirinin edebiyat alanına en büyük katkılarından biri de, kültürel olarak belirlenen cinsiyet kavramını analitik bir araç şeklinde kullanmış olmalarıdır. Bu da bize şunu gösterir: Kültürel olarak belirlenmiş cinsiyet rolleri toplumsal konumlanmalarımızda olduğu gibi yaratıcılık alanımızda da çok etkilidir. Hayal gücü bilinçaltından bağımsız değildir ve bilinçaltımız da “toplumsal olarak kısıtlanmış ve belirlenmiş yapılardan bağımsız” değildir (Parla, 2014: 19-20). Yaratıcılık alanlarının kültürel olarak belirlenen cinsiyetle ilişkili olarak farklılaşması gibi kadınların kullandığı dilin de erkeklerinkinden farklı olması muhtemeldir. Özellikle modernizmle derinleşen özel/kamusal alan ayrımı kadınlara ayrılan özel alanla, erkeklere tahsis edilen kamusal alanın dilini de birbirinden ayırmıştır. Dolayısıyla kamusal alanın bilgisinden mahrum bırakılan kadınlar, kendilerine ait olanı öncelikle birbirleri aracılığıyla dolaşıma sokmuşlardır. Kadınlar arasında konuşulan bu dilin edebiyatta da belirli bir kaynaktan ilerlemesi kaçınılmaz olmuştur. Bu nedenlerle de kadın edebiyatında olgusal sınırları aşan bir tutarlılık ve benzerlik dikkat çekmektedir. Kadın edebiyatının sürekliliğini sağlayan da sosyal ve edebi sınırları aşarak kadının kendisini, sanatı ve toplumu yeniden tanımlamasına dayanan stratejilerdir (Günaydın, 2017: 55). O halde feminist edebiyat derken, toplumsal cinsiyet ilişkilerinden doğan hiyerarşik ve her türlü ikincilleştirmeye karşın kendi tanımladığımız farklılıklarla var olabilen bir edebiyatı düşünebiliriz. Erkek egemen ideoloji tarafından biçimlenmiş dildeki cinsiyetçi ögelerden ve dolayısıyla bu ideoloji ve dil tarafından biçimlenmiş özne konumlarından azade bir edebiyat feminist edebiyat.[i]

 

Kaynakça

Günaydın, A. (2017). Kadınlık Daima Bir Muamma: Osmanlı Kadın Yazarlarında Modernleşme. İstanbul: Metis Yayınları.

Humm, M. (2002). Feminist Edebiyat Eleştirisi (G. Bakay, Yay. Haz.). İstanbul: Say Yayınları.

Moran, B. (1999). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları.

Parla, J. (2014). Kadın Eleştirisi Neyi Değiştirdi?. S. Irzık ve J. Parla (Der.), Kadınlar Dile Düşünce içinde (s. 15-35). İstanbul: İletişim Yayınları.

Selden, R. ve Widdowson, P. (1993). A Reader’s Guide To Contemporary Literary Theory. New York: Harvester Wheatsheef.

Uygun-Aytemiz, B. (2016). Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet. F. Saygılıgil (Haz.), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları içinde (s. 51-67). Ankara: Dipnot Yayınları.

Woolf, W. (2015). Kendine Ait Bir Oda (İ. Özdemir, Çev.). İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.

 

[i] Sibel Irzık’ın edebiyat alanında kadınların özne konumlarının önemine işaret eden metni ile ilişkili olarak okunabilir; bkz. Irzık, S. (2014). Öznenin Vefatından Sonra Kadın Olarak Okumak. S. Irzık, ve J. Parla (Der.), Kadınlar Dile Düşünce içinde (s. 35- 57). İstanbul: İletişim Yayınları.

 

 

Yayınlanma Tarihi: 13.12.2021

 

Leave a Reply