Ekofeminizm ya da ekolojik feminizm, feminizm ve ekoloji arasında ilişkiler kuran bir teori ve pratiktir. Çeşitli bakış açılarını içermekle birlikte, tüm canlıların birbiriyle ilişkili olduğunu savunur ve yeryüzünün sömürülmesi ile cinsiyetçi sömürü arasında güçlü bağlar bulunduğuna dikkat çeker (King, 1983). Ekofeminist perspektif birbiriyle ilişkili tüm sömürü ve baskı biçimlerini dönüştürecek yeni yollar inşa etmek üzere sevgi, işbirliği, karşılıklı özen ve sorumluluk aracılığıyla, çeşitlilikten yana bir birlikte yaşam tahayyül eder (Shiva ve Mies, 2018).
Ekoloji ve feminizm terimlerinin birlikte kullanımı çevre, barış ve kadın sağlığı alanlarında toplumsal hareketlerin yükseldiği 1970’li yıllara denk gelir. 1972 yılında Françoise D’Eaubonne Paris’te “Ekoloji-Feminizm Merkezi”ni kurmuş ve 1974’te ekofeminizm terimini ortaya atmıştır. 1979’da Three Mile Adası’nda gerçekleşen nükleer erime, kadın-doğa ilişkisinin feminizm içinde sorgulanmasını pekiştiren çevresel olaylardan biridir. Bu felaketin ardından Pennsilvanya’da kadınlar ekofeminist hareketin ilk adımlarını oluşturan “Birlik Bildirgesi”ni yayınlayarak, yeryüzünün sömürülmesi ile kadınların karşı karşıya kaldığı fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddet arasındaki bağlantıları vurgularlar.[1] Ardından Amherst’te 600 kişilik katılımla “Yeryüzünde Kadın ve Yaşam: 80’lerde Ekofeminizm Üzerine Bir Konferans” başlığıyla ilk ekofeminizm konferansı gerçekleştirilir.[2] 1981 yılında kadınların ve hayvanların sömürülmesi arasındaki bağlantıları vurgulayan “Hayvan Hakları İçin Feministler” ağı oluşturulur.[3] Sonrasında birçok ekofeminist çalışmada cinsiyetçilik-türcülük ilişkisi sorgulanır.[4] Alanındaki ilk derleme kitapta (1983) ise ekofeminizm; anti-nükleer hareket, militarizm, sağlık, şifalanma, toprak hakkı, hayvan hakları, ırkçılık ve gıda sorunu ile bağlar kurarak ele alınır.
Birçok ekofeminist doğanın değer görmemesini, doğa kavramını insanın dışında tanımlayan Batılı Kartezyen düşünme biçimine dayandırır. Bu yaklaşımda erkeklerle ilişkilendirilen akıl, insan ve kültüre değer verilirken; kadınlarla ilişkilendirilen duygular, hayvanlar ve doğa aşağı görülür. İkicilikler ayrıca tahakküm ve sermaye birikimiyle bağlantılıdır (Plumwood, 2004: 64). Doğanın sömürüsü kadınların doğa ile ilişkisinden gelen bilgi, emek ve üretkenliklerinin ellerinden alınmasıyla birlikte işler (Shiva, 2014: 14).[5] Böylece çevresel sorunların kadınlar üzerindeki etkisi daha yıkıcı hale gelir. Kadınlar, hem bu yıkıcı etki nedeniyle hem de doğayı deneyimlerken fark ettikleri karşılıklılığa dayalı ilişkiler sayesinde çevre hareketlerine güçlü katılım gösterirler.
Feminizm-ekoloji ilişkisinin nasıl kurulduğu konusunda çeşitli ekofeminist yaklaşımlar vardır. Liberal ekofeminizm, kültürel ekofeminizm, sosyalist ekofeminizm, queer ekofeminizm ve vegan ekofeminizm bunlardan bazılarıdır. Farklı ekofeminist yaklaşımlar arasındaki ayrımlardan biri kadın-doğa ilişkisinin “doğaya yakınlık” ya da “toplumsallık” temelinde açıklanmasıdır. Özellikle ilk ekofeminist çalışmalarda Yeni Çağ ruhaniliği ile bağ kuran kültürel ekofeminizm ön plandadır.[6] Bu yaklaşım kadınlar ve doğa arasındaki ilişkiyi tarih ve coğrafyaları aşan, biyolojik ve tinsel bir yakınlık ilişkisi olarak görür. Buna göre doğayı egemenlik altına alma ve askeri egolarını tatmin etmeye bağlanan erkeklerin aksine kadınlar, kendi rahimlerine, biyolojik ritmlerine, köklerine dönebildiklerinden doğaya verilen zararın etkilerini daha yakından hissederler ve yeryüzü temelli barışçıl bir bilinç geliştirmede öncülük edebilirler (Kell, 1984: 104).
Sosyalist ekofeminizm ise kadınların biyolojileri ya da özü gereği doğayla özdeşleştirilmesini reddederek, kadınlar ve doğa arasındaki ilişkiyi toplumsal ve tarihsel biçimde kurulan bir ilişki olarak anlar. Bu yaklaşımda “kapitalist ataerkil küresel dünya sistemi”nin ortaya çıkışı ve kendini sürdürebilmesi, kadınların, “yabancı” halkların, toprakların ve doğanın sömürgeleştirilmesine dayandırılır (Shiva ve Mies, 2018: 43). Bu nedenle ekofeminizm kapitalist ataerkil koşullarda ekolojik yıkımın kadınlar, doğa ve hayvanlar üzerindeki etkisini vurgular (Gaard, 1993: 5). Yaklaşımlarındaki farklılıklara karşın ekofeminist perspektifler birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmazlar. Örneğin Mies doğanın tahakküm altına alınmasını sermaye birikimiyle açıklarken aynı zamanda kadınların tinselliğinin birleştirici gücünü vurgular. Shiva ve Mies’a göre tinsellik, “uhrevi bir tanrıda, bir aşkınlıkta değil, gündelik yaşamımızda, işimizde, etrafımızdaki şeylerde, içkinliğimizde”dir (2019: 64). Mellor’a göre de doğa ile tinsel ve biyolojik yakınlığı aşırı vurgulamak kolektif eylemin önemini gözden kaçırma tehlikesi içerirken, toplumsal ilişkileri aşırı vurgulamak kadınların çağlar boyu süregelen içkinliklerinin önemini göz ardı eder; oysa ekofeminist politik eylem kuvvetini kadınların toplumsal, fiziksel ve tinsel deneyimlerini birleştirmelerinden alır (1993: 99-101).
Kadınların farklı deneyimlerle bir araya gelmelerinin nasıl bir güç oluşturduğu Himalayalar’daki Chipko hareketinden Türkiye’deki çevre hareketlerine dek birçok politik eylemde gözlenebilir.[7] Akkuyu’da nükleeer santrale, Aliağa ve Yatağan’da termik santrale, Fırtına Vadisi’nde HES’lere, Karadeniz’de “Yeşil Yol Projesi”ne, Hasankeyf’te baraj yapımına, İztuzu’nda otel inşaatına, Bergama’da ve Kaz Dağları’nda maden projelerine, Gezi Parkı’nın yıkımına, Adalar’da atların faytonlara koşulmasına direnen kadınlar yeryüzünün canlılığını vurguluyor ve doğayı insandan ayrı kavrayan yaklaşımı sorgulayarak yaşamın bütünlüğünü savunuyorlar. Ekofeminizm yalnızca kadınların çevre eylemlerine dahil olmasında hayat bulmuyor, yeni yaşam birlikteliklerinin nasıl örüleceği ve yeryüzünde çeşitli türlerin karşılıklı sorumluluk, dostluk ve dayanışma ağları örerek nasıl birlikte yaşayabileceği konusuna da ışık tutuyor. Aile kavramı içinde tanımlanarak ikincilleştirilmeye karşı, kadınlar kan bağına dayanmayan yeni akrabalıkların (Haraway, 2016) inşa edilebileceği kolektifler[8] ve yaşam alanlarıyla[9] ilişkileniyorlar. Ekofeminizm, birbiriyle ağ ören ağaçların, kadınların, hayvanların ve diğer tüm canlıların kendilerini var etmek istediği biçimleri dinleyerek, onlardan öğrenerek yaşamı savunmak ve kutlamak gerektiğini anlatıyor. Yaylaların yaşamını savunan Rabia Özcan “Biz burada hayatı topraktan okumuşuz”[10] derken işte bu ağlara işaret ediyordu.
Kaynakça
Adams, C. J. (1990). The Sexual Politics of Meat: A Feminist-Vegetarian Critical Theory. New York: Continuum.
Adams, C. J. ve Donovan J. (Ed.). (1995). Animals and Women: Feminist Theoretical Explorations. Durham ve London: Duke University Press.
Benney, N. (1983). All of One Flesh: The Rights of Animals. L. Caldecott ve S. Leland (Ed.), Reclaim the Earth: Women Speak Out for Life on Earth içinde (s.141-50). London: Women’s Press.
Caldecott, L. ve Leland, S. (Ed.). (1983). Reclaim the Earth: Women Speak Out for Life on Earth. London: Women’s Press.
Collard, A. Contrucci, J. ile (1989). Rape of the Wild: Man’s Violence Against Animals and the Earth. Bloomington: Indiana University Press.
D’Eaubonne, F. (1974). Le Féminisme ou la Mort. Paris: Pierre Horay.
Değirmenci, E. (2010). Kars’ın Boğatepe Köyü’nde Tıbbi Aromatik Yaşam Bahçeleri. E. Değirmenci (Ed.), Kadınlar Ekolojik Dönüşümde içinde (s.77-9). İstanbul: Yeni İnsan.
Federici, S. (2016). Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim (B. Tanrısever, Çev.). İstanbul: Otonom.
Gaard, G. (Ed.). (1993). Ecofeminism: Women, Animals, Nature. Philadelphia: Temple University.
Haraway, D. (2016). Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene. Durham: Duke University.
Harper, A. B. (2010). Sistah Vegan: Black Female Vegans Speak on Food, Identity, Health and Society. Brooklyn: Lantern Books.
Kelly, P. (1984). Fighting for Hope. London: Chatto ve Windus.
Kheel, M. (1988). Animal Liberation is a Feminist Issue. New Catalyst Quarterly, 10, 8-9.
King, Y. (1983). The Eco-Feminist Imperative. L. Caldecott ve S. Leland (Ed.), Reclaim the Earth: Women Speak Out for Life on Earth içinde (s. 9-14). London: Women’s Press.
Mellor, M. (1993). Sınırları Yıkmak: Feminist, Yeşil Bir Sosyalizme Doğru (O. Akınhay, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
Plant, J. (Ed.). (1989). Healing the Wounds: The Promise of Ecofeminism. Philadelphia: New Society.
Plumwood, V. (2004). Feminizm ve Doğaya Hükmetmek (B. Ertür, Çev.). İstanbul: Metis.
Shiva, V. (2014). İnadına Canlı: Kadınlar, Ekoloji ve Hayatta Kalma (E. Ayhan, Çev.). İstanbul: Sinek Sekiz.
Shiva, V. ve Mies, M. (2019). Ekofeminizm (İ. U. Kelso, Çev.). İstanbul: Sinek Sekiz.
[1] http://www.wloe.org/unity-statement-1980.78.0.html
[2] http://www.wloe.org/Women-and-Life-on-Earth-1.79.0.html
[4] Örneğin Benney, 1983; Kheel, 1988; Collard, 1989; Adams, 1990; Gaard, 1993; Adams ve Donovan, 1995; Harper, 2010.
[5] Federici (2016) modern tıbbın ve ilksel birikimin, cadı ilan edilen kadınların doğaya dair bilgi ve deneyimlerine el konularak gerçekleşmesini tarihsel olarak analiz eder.
[6] Bkz. Plant, 1989; Caldecott ve Leland, 1983.
[7] Bu hareketlerde varolan ağaçlara sarılma eylemi, tinsel ile toplumsalın bütünlüğüne iyi bir örnek olarak görülebilir. Chipko (kucaklama) hareketini başlatan Renili kadınlar ağaçları kucaklarken yalnızca tinsel bir birlikteliği ifade etmemiş, aynı zamanda gündelik yaşamlarının ağaçlara bağlılığını da vurgulamışlardır (Mellor, 1993:99).
[8] Birçok şehirde yerel tohum grupları, ekolojik yaşam dernekleri, permakültür ve slowfood toplulukları, Bombalara Karşı Sofralar ve Vegan Feministler ismiyle yapılan eylemlilikler, doğayı ikici olmayan biçimde yeniden yorumlayarak ekofeminist işbirliğini güçlendirebilir.
[9] Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki komün köy girişimleri, İzmir’de çiftlik hayvanlarını gözeten Angels Farm Kurtarılmış Hayvan Barınağı ve Kars’ın Boğatepe köyündeki tıbbi ve aromatik yaşam bahçeleri örnek gösterilebilir. Boğatepe örneğine ilişkin derleyici bir söyleşi için bkz. Değirmenci, 2010.
[10] http://www.diken.com.tr/yesil-yola-direnisinin-simgesi-rabia-nine-buraya-gelen-cicegi-koklayacak-daga-tasa-dokunacak/