Merve Kurt

Bilginin doğasını, kaynağını ve meşruiyetini araştıran epistemoloji disiplininin uzun süre “evrensel” ve “tarafsız” bir bakış açısıyla ele alındığı varsayılsa da feminist ve eleştirel kuramcılar, bilgiye ve bilme süreçlerine iktidar ilişkilerinin dâhil olduğunu vurgulayarak bu tarafsızlık iddiasını sorgulamışlardır. Bu sorgulamanın önemli kavramlarından biri de “epistemik adaletsizlik” (epistemic injustice) olmuştur. Epistemik adaletsizlik, farklı toplumsal konumlara sahip bireylerin bilgi üretiminde ve paylaşımında eşit olmayan yaklaşımlara maruz kalmalarını ifade eder (Fricker, 2007).

Miranda Fricker (2007), epistemik adaletsizliği tanıklık adaletsizliği (testimonial injustice) ve yorumlayıcı adaletsizlik (hermeneutical injustice) olarak ayırır. Tanıklık adaletsizliği, bir kişinin ifadesine, kimlik özellikleri (cinsiyet, etnisite, sınıf vb.) nedeniyle daha az değer verilmesiyle ortaya çıkar. Buna göre, aynı ifadeyi kullanan iki kişiden, toplumsal olarak dezavantajlılaştırılmış olanın söylediklerine inanmama ya da onu küçümseme tanıklık adaletsizliği olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan bakıldığında, tanıklık adaletsizliği çoğu zaman bireysel önyargıdan daha fazlasıdır. Öyle ki tıbbi protokoller, hukuksal standartlar ve akademik yayıncılık gibi kurumsal yapıların çoklu etkisiyle de genişler ve kamusallaşır.

Fricker’ın (2007) tanıklık adaletsizliği kavramını sağlık alanına uyarlandığında ise, önyargı bireysel olanın ötesinde kurumsal düzeyde de kişinin kendi bedenine dair bilgisini sistematik biçimde değersizleştirir. Özellikle siyah kadınların ağrı deneyimlerinin “abartılı” ya da “histerik” bulunarak analjezik desteğinin geciktirilmesi buna örnek olarak verilebilir. ABD’de 18 bin kadını kapsayan akademik bir araştırmada, Siyah ve Hispanik kadınların doğum sonrası dönemde beyazlara göre hem daha yüksek ağrı skorları bildirdikleri, hem de günlük opioid (morfin türevi güçlü ağrı kesiciler) dozlarının anlamlı ölçüde daha düşük kaldığı saptanmıştır (Badreldin ve ark., 2019). Bu araştırmanın sonucu önceki çalışmalarla da tutarlılık göstermektedir. Örneğin, Hoffman ve diğer araştırmacıların (2016) yaptığı çalışma, tıp öğrencileri ve hekimler arasında hâlâ siyahlara yönelik ayrımcı ve ırkçı söylemlerin varlığını ortaya koymuştur. Bu söylemler, sömürgeci tıp geleneğinden miras kalan “siyahların deri kalınlığı fazladır” veya “ağrı eşiği yüksektir” gibi ırkçı yaklaşımlarla sağlık protokollerini etkilemektedir.

Benzer bir epistemik adaletsizlik biçimi cinsiyet temelli olarak da işlemektedir. Araştırmalar, kronik ağrı şikâyetiyle sağlık hizmetlerine başvuran kadınların, erkek hastalara kıyasla daha sık “psikosomatik” ya da “duygusal” etiketlemelere maruz kaldığını göstermektedir (Samulowitz ve ark., 2018). Bu sınıflandırma, tanıklık adaletsizliğinin açık bir örneğidir. Öyle ki kadınların kendi bedenlerine dair bilgi üretme yetkinlikleri, cinsiyetleri temelinde sistematik biçimde sorgulanmakta ve değersizleştirilmektedir (Fricker, 2007). Sonuç olarak, kadınların biyomedikal tedaviye erişimi gecikmektedir. Bu da teşhisin ertelenmesine, kimi zaman yanlış yönlendirmelere ve tedavi sürecinde geri dönüşü zor hasarlara neden olabilmektedir. Sonuçta, hastanın duyusal otobiyografisi, hegemonik (ırkçı ve androsentrik) bakışın onayını almadıkça geçerli sayılmamaktadır. Dolayısıyla bedende yankılanan fenomenolojik hakikat, eril-tahakkümcü biyomedikal sistemin normatif iktidar filtrelerinden geçmeden bilgi statüsü kazanamaz duruma gelmektedir.

Böylelikle fizyolojik acı ile epistemik adaletsizlik iç içe geçerek, ağrıyı inkâr eder. Bu durum tedaviyi geciktirerek biyolojik hasarı büyütmekle birlikte, bireyin kendilik algısını da zedeler. Bu bağlamda, beden sözünü ispatlayamayan sahte tanık konumuna itilince duyusal deneyim doğrudan politikleşir ve bedende yankılanan hakikat, “iktidarın” onayını almadıkça “bilgi” sayılmayacak şekilde değersizleştirilir.

Benzer bir hiyerarşik değersizleştirme, bazı dini-hukuki yapılarda da görünür. Klasik İslam hukukunda (fıkıh) iki kadının tanıklığının bir erkeğin tanıklığına eşit sayılması (Bakara, 2/282), “doğruluk” arayışını görünürde güvence altına alırken, gerçekte kadınların deneyimsel bilgisini “temkinli kabul”e indirgeyen hukuki bir düzenlemeye dönüşmüştür. Feminist İslam düşünürleri bu hükmün bağlamından koparılarak evrenselleştirilmesinin, kadınları bilgiyi üreten ve taşıyan öznelerden ziyade destekleyici tanıklar konumuna ittiğinin altını çizer (Barlas, 2002; Wadud, 1999). Böylece kadınların sözü, modern klinik protokollerde karşılaşılan şüpheyle benzer bir izlek taşıyarak en başından temkinle tartılan bir beyan olarak görülür. Sonuç olarak kadınların bilgi üretme ve aktarma hakkı, klinik protokollerin “kanıt” istemiyle fıkıh metinlerinin “meşruiyet” ölçütünü benzer ataerkil şüphe mantığında buluşturur. Bilimsel ve geleneksel bilgi sistemleri arasındaki ataerkil denetim ağı, kadın sözünü her iki zeminde de ikincil kılar. Patriyarkanın iç içe geçmiş kalıplarını birlikte görünür kılmak ve dönüştürmek, eşit ve adil bir epistemik düzen kurabilmek için ön koşul olarak kendisini hatırlatır.

Yorumlayıcı adaletsizlik ise, toplumsal olarak dezavantajlılaştırılmış öznelerin yaşadıkları deneyimler için uygun kavramsal araçların yokluğunda ortaya çıkar. Toplumun hâkim anlatıları, bu deneyimleri ifade edebilecek dilsel çerçeveleri reddeder veya eksik bırakır. Örneğin, “cinsel taciz” kavramının henüz toplumsal ve hukuki dilde yer bulmadığı dönemlerde, kadınlar yaşadıkları şiddeti ifade edecek sözcüklerden yoksun bırakılmış, böylece hem deneyimlerini tanımlamakta hem de adalet talep etmekte derin bir belirsizlikle baş başa kalmışlardır. Örneğin, “cinsel taciz” kavramının hukuki literatüre 1970’lerden sonra dahil edilmesi, şiddetin tanımlanmadığı yerde ve koşullarda adaletin de sağlanamadığını gösterir (Siegel, 2003). Türkiye’de ise “cinsel taciz” ancak 2005’te, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 105. maddesiyle bağımsız bir suç olarak tanımlanmıştır. Kadınların bu şiddeti hukuken adlandırabilmesi uluslararası literatürdeki ilk tanımlardan yaklaşık otuz yıl sonra mümkün olabilmiştir (Resmî Gazete, 2004; Baş, 2016). Böylelikle, kelime dağarcığının tanıklık biçimlerini şekillendirmesi ve toplumsal kelime sınırlarını çizmesinden ötürü adı konmamış olgular, siyasal gündemden dışlanır. Bu nedenle, yorumlayıcı adaletsizlik, faili meçhul bilgi kayıplarına yol açarak bilinçdışı inkâr, devlet politikaları ve akademik kanonun sessiz iş birliğiyle süreklilik kazanır.

Epistemik adaletsizlik siyah, queer ve dekolonyal feminist düşünürlerin geliştirdiği kesişimsel eleştirilerle genişletildiğinde ise, adaletsizliğin önyargı düzeyinin ötesinde, kurumsal, ekonomik ve epistemik-etik altyapılarda da katılaştığını görmek mümkün. Gaile Pohlhaus Jr.’ın (2012) istemli yorumlayıcı cehalet (willful hermeneutical ignorance) eleştirisi bu anlamda önemlidir. Pohlhaus’a göre hâkim gruplar bilmedikleri için değil, bilmediklerinden doğrudan yarar sağladıkları için öğrenmeyi reddederler. Zira bugün bilgiye erişilebilecek çok sayıda araç olmasına rağmen bazı sorunlar, bazı savaşlar, bazı hak ihlalleri hâlâ iktidar grupların gündemine hiç girmemektedir. Bu da Pohlhaus’un yaklaşımı ile doğrudan örtüşerek, istemli biçimde konu dışı bırakma, yani bilinçli bir göz ardı etme pratiğinin varlığını açıkça gösterir.

Sonuç olarak, kesişimsel feminist kuram epistemik adaletsizliği patriyarkal, sömürgeci ve sınıfsal iktidar sistemlerinin merkezine yerleştirir. Bu yaklaşım, “kim konuşur, kimin acısı tanınır, hangi tanıklık meşru sayılır?” gibi soruları bilgi mülkiyetinin, üretim koşullarının ve epistemik etik sorumluluğun odağına taşır. Dolayısıyla epistemik hiyerarşileri dönüştürmek yeni bilgi kanallarını açmanın ötesinde bilme istencini tahakküm aracına dönüştüren sosyo-politik dinamikleri görünür kılmayı ve bunları müşterek sorumluluğa dayalı ilişkilerle birlikte alternatif bilgi üretimleriyle radikal biçimde yeniden düşünmeyi zorunlu kılar. Aksi durumda, kapsayıcı görünen bilgi düzenleri bile, bazı seslerin hiç duyulmadığı bir boşluğa düşer. Bu da görmezden gelinen, marjinalleştirilen ve dezavantajlılaştırılan öznelerin seslerinin merkeze ulaşamamasına ve bilginin sınırlarının doğal bir engelmiş gibi aynı hegemonik paradigma içinde sürekli ve yeniden üretilmesine neden olur.

 

Kaynakça

Badreldin, N., Grobman, W. A., & Yee, L. M. (2019). Racial disparities in postpartum pain management. Obstetrics & Gynecology, 134(6), 1147-1153. https://doi.org/10.1097/AOG.0000000000003561

Barlas, A. (2002). Believing women in Islam: Unreading patriarchal interpretations of the Qurʾan. University of Texas Press.

Baş, E. (2016). Türk Ceza Hukukunda Cinsel Taciz Suçu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 65(4), 1135-1215. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/621512

Fricker, M. (2007). Epistemic injustice: Power and the ethics of knowing. Oxford University Press.

Hoffman, K. M., Trawalter, S., Axt, J. R., & Oliver, M. N. (2016). Racial bias in pain assessment and treatment recommendations, and false beliefs about biological differences between blacks and whites. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 113(16), 4296–4301. https://doi.org/10.1073/pnas.1516047113

Pohlhaus Jr., G. (2012). Relational knowing and epistemic injustice: Toward a theory of willful hermeneutical ignorance. Hypatia, 27(4), 715–735.

Resmî Gazete. (12 Ekim 2004). Türk Ceza Kanunu (5237). Sayı 25611. https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2004/10/20041012.htm#1

Samulowitz, A., Gremyr, I., Eriksson, E., & Hensing, G. (2018). “Brave men” and “emotional women”: A theory-guided literature review on gender bias in health care and gendered norms towards patients with chronic pain. Review of Pain Management, 2018, 6358624. https://doi.org/10.1155/2018/6358624

Siegel, R. B. (2003). A short history of sexual harassment. In C. A. MacKinnon & R. B. Siegel (Eds.), Directions in sexual harassment law (pp. 1–28). Yale University Press.

Wadud, A. (1999). Qur’an and woman: Rereading the sacred text from a woman’s perspective (2nd ed.). Oxford University Press.

 

Yayınlanma Tarihi: 13.08.2025

Leave a Reply