Feminist yazında ve pratikte önemli bir yer tutan “özel/kişisel olan politiktir” (İng. “the personal is political”) sözünün ilk kez nerede ve kim tarafından kullanıldığı tam olarak bilinmese de bu slogan, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda feminist hareketin öne çıkan vurgularından biridir. Kavramın en erken kullanımlarından biri, 1970’lerin radikal feminist örgütlerinden Red Stockings üyesi Carol Hanisch’e aittir. Hanisch (1969) “The Personal is Political” başlıklı makalesinde, “Bu gruplarda [bilinç yükseltme grupları] fark ettiğimiz ilk şeylerden biri, kişisel problemlerin politik problemler olduğuydu. Bunlara, kişisel çözümler bulmak mümkün değildi.” der. Öte yandan, 1959 tarihli Sosyolojik İmgelem başlıklı kitabında, sosyolojinin hedeflerinden birinin de kişisel/özel olarak algılanan sorunların politik/kamusal düzleme taşınması olduğunu ifade eden C. Wright Mills’in de bu sloganın ortaya çıkışına ilham verdiği ileri sürülür.
İlk olarak kim tarafından kullanıldığı tartışması süredursun, “özel olan politiktir” ifadesi, neredeyse tüm dünyada feminist gruplarca sahiplenilmiş ve esas olarak kadınların ezilmesi sorununu tüm boyutlarıyla politik alanın bir konusu haline getirmeyi hedeflemiştir. Böylece ev ya da özel alan içine hapsedilen ve kadınların ortak olarak deneyimledikleri sorunların görünür kılınmasının önemini; daha da önemlisi bunların altında yatan politik işleyişi ortaya koyarak sorunun politik düzlemde çözülmesi gerektiğini vurgulamıştır. “19. yüzyıldan bu yana, feministlerin çalışmalarının büyük bir bölümü, hukuksal eşitlik, eğitime ve ücretli bir işe erişme, oy hakkı ve kürtaj hakkı gibi birbirlerinden çok farklı alanlarda talepler geliştirerek, kadınların özel alana kapatılmışlıklarını kırmaya ve onların tam bir güvenlik içinde kamusal alana çıkmalarını sağlamaya yönelik olmuştur” (Lamoureux, 2004: 245).
Özel olan politiktir ifadesi aynı zamanda, tarihsel olarak kadınlar ve kadınlıkla özdeşleştirilen ev içi yaşamdaki ezme-ezilme ilişkilerinin de ancak politik meseleler olarak tanımlandıklarında çözülebileceklerine işaret eder. Buradan hareketle kamusal/özel ayrımı sorunsallaştırılır ve kamusal olanın erkeklerin, özel ve ailevi olanın kadınların alanı olarak tanımlanmasına da itiraz edilir. Bu itiraz hem kadınların kamusal alanda karar alma süreçlerine katılımının önündeki yapısal engelleri vurgular, hem de özel alanda ve aile içinde ortaya çıkan baskı ve ezilme ilişkilerinin nasıl gizlendiğini hatırlatır. Örneğin kadına yönelik şiddet, kamusal görüngülerine rağmen çoğunlukla ev içinde cereyan eder ve özel hayata müdahale edilemeyeceği savı aracılığıyla üzeri örtülür. “Kol kırılır yen içinde kalır”, “karı-koca arasına girilmez” gibi söyleyişler ev içinde yaşanan fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddetin üzerine evin kapısının çekilmesini öğütler niteliktedir. Tam bu noktada “özel olan politiktir” önermesi, mahreme vurgu yapılarak kabullenilmesi beklenen şiddet ve istismara karşı kamusal mücadeleyi savunur ve bunların çözümünün adresi olarak da kamusal alanı işaret eder. Bunun bir diğer anlamı da şiddete karşı mücadelenin kişisel sorumluluktan çıkarılıp kamusal alanın, başka bir ifadeyle “herkesin sorunu” olarak çerçevelenmesidir.
Bu perspektiften hareketle, özellikle 1970’lerden itibaren kadına yönelik şiddetle mücadele feminist hareketin öncelikli gündem maddelerinden biri olmuş, ulusal hükümetlere ve uluslararası kuruluşlara farklı boyutlarıyla kadına yönelik şiddetle mücadele edilmesi çağrısı yapılmıştır. Türkiye’de de 1980’li yılların baskı ortamında toplumsal muhalefetin en güçlü unsurlarından biri, kadına yönelik şiddete karşı yapılan gösteri ve yürüyüşler olmuştur. Çankırı’da bir hâkimin kocasından şiddet gören bir kadının boşanma talebini “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemeli” diyerek reddetmesi üzerine artan tepkiler, 1987 yılında “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” ile zirve noktasına ulaşmıştır.[1] Uzun yıllar sonra düzenlenen en geniş katılımlı protesto olan bu yürüyüş, takip eden yıllarda ortaya çıkan dayanışma ağlarının da öncüsü olmuştur. Günümüzde de kadın cinayetlerine karşı yürütülen kampanyaların önemli vurgularından biri, devletin kadınlara yönelen şiddeti önlemek üzere gerekli yasal çerçeveyi oluşturmak ve yaptırımları etkin bir şekilde uygulamakla yükümlü olduğudur. Devletlere kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi için gerekli tedbirleri alma sorumluluğunu yükleyen İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Yasa ekseninde sürdürülen tartışmalar, ev içi şiddetin politik bir mesele olarak tanımlanması, buna uygun düzenlemelerin yapılması ve tutarlı ve etkin bir biçimde uygulanması için verilen mücadelenin güncelliğini koruduğunu göstermektedir.
Aksu Bora’nın dediği gibi, “kadınlık, içinde yaşadığımız kültürde, yaş, eğitim, sınıf gibi değişkenlerden bağımsız olarak, esasen ‘ev’ üzerinden tanımlanır ve yeniden üretilir” (2016: 21). Kadınların görünmeyen emeği de bu ‘ev’ eksenli tanımlama halinin sonuçlarından biridir. Özellikle sanayileşme ile meta üretimi ve iktisadi gelişmeye yapılan vurgu, ücretli istihdamı ön plana çıkarmış ve ev işleri, çocuk, yaşlı, hasta bakımı işlerine harcanan emek görünmez hale getirilmiş; hatta ücretsiz ev işlerinin değerli bir faaliyet olmadığı, karşılık beklemeden yapılan içgüdüsel faaliyetler olduğu fikri yaygınlaşmıştır. Böylece kadınlar ev içi işleri herhangi bir ücret almadan yaptıkları gibi sosyal güvenceye erişimden de mahrum kalırlar. Özel alanda sürdürülen bakım hizmetleri ile devletin yükümlülükleri kadınların üzerine bırakılmış olur. Bu yükümlülük devri, ailenin ve anneliğin kutsallığı gibi ideolojik söylemler aracılığıyla gizlenir. Ekonomik ve sosyal güvencelerinden mahrum olan kadınlar, şiddete karşı daha savunmasız hale gelir. Cinsiyete dayalı iş bölümü, erkeğin dışarıdaki işleri yapıp hane için değer ve devamlılık sağlayabilmesi ve kadının da erkeğin ertesi güne hazırlaması gerektiği, ayrıca bu emek ayrımının kadın ve erkeğin doğasına uygun olduğu ideolojisiyle sabitlenir (Budd, 2011: 262). “Özel olan politiktir” sözü, kadınların ev içinde karşılıksız harcadıkları bu emeğin doğal değil toplumsal ve politik olduğuna da işaret etmektedir.
Özel olan politiktir sözü ile vurgu yapılan bir başka sorun da kadın bedenindeki -çoğunlukla doğurganlıkla bağlantılı- değişimlerin ve menstrüasyon (adet görme), doğum, kürtaj, lohusalık, emzirme ve menopoz gibi biyolojik süreçlerin mahrem alana itilmesidir. Bunun sebebi, kadının asıl görevinin özel alanda kalıp çocuk doğurmak ve yetiştirmek olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu biyolojik ve bedensel süreçler, ataerkil kodlarla kadınların utanması ve saklaması gereken ayıpları olarak görülürken, örneğin lohusalık gibi bazı durumlarda kadının doğaüstü bir korku kaynağı olarak görülmesine de yol açabilmektedir. Ancak kadınlara has sağlık konularının ev içi alana hapsedilmesi, yalnızca ahlaki ya da ideolojik bir yönelim değildir. Modern tıbbın kadın sağaltıcıları dışlayıcı bir temel üzerinde inşa edilmiş olması ve kadın bedenini ‘marazlı’ bir araştırma nesnesi olarak kodlaması da, kadınlara has sağlık konuları ile ilgili ayrımcı yapının ortaya çıkmasında “bilimsel” perspektifin de hatırı sayılır bir yeri olduğunu gösterir (Seaman ve Elbridge, 2014). Buradan hareketle, trans kadınların cinsiyet uyum süreçlerinde karşılaştıkları sistematik ayrımcılığı ve hak ihlallerini de hatırlamak gerekir. Bu da, kamu otoritesinin kapsayıcı ve eşitlikçi bir sağlık hizmeti sunmasına yönelik talebin önemini göstermektedir. Bugünün Türkiye’sinde kamu hastanelerinde kürtaj yaptırmanın neredeyse imkânsız hale getirilmesi ve kürtajı lanetleyen ideolojik propagandanın sürekli yeniden üretilmesi ise, istenmeyen gebelik durumunda kadınları gayrisıhhi koşullarda, bazen ağır sonuçlara yol açacak şekilde kendi çözümlerini aramaya itmektedir. Kadınların ped satın almasının dahi ayıplanması, kamusal alanda bebek emzirmenin tabu olmayı sürdürmesi, kadın yaşantısının ve bedeninin “özel/mahrem” alana kapatılmasına verebileceğimiz diğer örnekler arasındadır.
Bu üç ana eksen, yani kadına yönelik şiddet, kadının görünmeyen emeği ve kadın bedeni ile ilgili meseleler feminist hareketin başlıca vurgularından biri olan “özel olan politiktir” ifadesinin tartışmaya açtığı konuları oluşturur. Bu alanda kadınların yaşadığı baskı ve sömürü ilişkileri ise bu sloganın güncelliğini hala koruduğunu gösteriyor.
Kaynakça
Bora, A. (2016). Kadınların Sınıfı: Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası. İstanbul: İletişim.
Budd, J. W. (2011). Çalışma Düşüncesi (F. Man, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.
Hanisch, C. (1969). The Personal is Political. http://carolhanisch.org/CHwritings/PIP.html (Erişim Tarihi: 8 Nisan 2020).
Humm, M. (1995). The Personal is Political: Origins of the Phrase. The Dictionary of Feminist Theory. Columbus: Ohio Univ. Press. https://userpages.umbc.edu/~korenman/wmst/pisp.html (Erişim Tarihi: 8 Nisan 2020).
Lamoureux, D.(2004). Kamusal/Özel. Hirata, H. vd. (Ed.), Eleştirel Feminizm Sözlüğü içinde (s.243-248) (G. A. Savran, Çev.). İstanbul: Kanat.
Seaman B.ve Laura E. (2014). Giriş ve Başlangıçta. A. Bora (Ed.), Kadın Sağlığı Hareketinden Sesler- 1. Cilt içinde (s.17-19). (A. Bora, E. E. Akşit, S. Coşar, N. Tokdoğan, B. Şimşek ve S. Aydınlıgil, Çev.). Ankara: Ayizi.
[1] http://www.pazartesidergisi.com/pdf/Feminist3.pdf
Yayınlanma Tarihi: 21.05.2021